Zamanın ruhu New York’ta

Radikal Kültür Sanat

09/03/2002 

ABD medyasının ortak sloganına göre ‘Amerika Savaşta’ döneminde New York’ta üç hafta geçirmek, bu ülkede olan biteni anlamak için yeterli değil kuşkusuz.

ABD medyasının ortak sloganına göre ‘Amerika Savaşta’ döneminde New York’ta üç hafta geçirmek, bu ülkede olan biteni anlamak için yeterli değil kuşkusuz. Ne ki, uzaktan bakıldığında savaş politikasına katılır/boyun eğer gibi görünen ABD’lilerin, gerçekte buna içten içe direndikleri açıkça görülüyor. 2 Şubat’ta New York’ta Dünya Ekonomik Forumu karşıtı gösterilere ABD’de okuyan ve çalışan bir grup Türkiyeli gençle katıldığımda, bu direnişin dünya halklarının çıkarlarını değil, doğrudan hükümetin politikasını ve ezilen ABD halkının durumunu öne çıkardığına tanık oldum. 17 Şubat’ta Kaliforniya Inglewood Great West Forum’da Müslüman Afrikalı Amerikalıların lideri Louis Farrakhan’ın saatler süren konuşması, 23 Şubat’ta New York’ta yapılan ’11 Eylül Sonrasında Afrikalı Amerikalıların Sorunları’ başlıklı forum kararlı bir muhalefetin sınır tanımayan diğer örnekleriydi. Bakışımı üç hafta boyunca yoğunlaştığım, New York sokaklarındaki bu sert ve acımasız yaşantıdan uzaklaştırıp, ister istemez orada bulunmamın amacı olan sanata yoğunlaştırmak kolay olmadı.

Eleştiriyi seçkinler dinliyor

Sanatın, kuşkusuz olan bitenden haberi var; bir biçimde kapitalizmin 21. yy görüntüsünü eleştiriyor, ama sistem mesajların milyonlarca insana değil, seçkinlere ulaşmasına yarıyor. Büyük bütçelerle kurulmuş, giderlerinin sınırsızlığı yüzünden kâr etmesi olanaksız müzeler, büyük tüketim markalarının dükkânlarıyla rekabete kalkışan özel galeriler en az bir hastahane kadar steril ve kuralcı. 11 Eylül’den sonra müzelerde güvenlik önlemleri iki katına çıkarılmış. Özel galeriler ise öylesine seçkinlere yönelmiş ki, kapıları açık ve içerde tek bir kişi genellikle ücretsiz çalışan bir öğrenci-bekliyor. Sayısız sergi açılışında bu ‘seçkinlik’ daha da belirginleşiyor; sokakta görünmeyenleri bu açılışlarda görmek olası.

İki topluluğa Türkiye çağdaş sanatının son onyılı üstüne saydamlı konferans verdim: New York’ta The Marmara Manhattan’da Turkish-Amerikan Business Forum üyelerine ve Amhearst’de University of Massachusetts Sanat Bölümü’ne… Gösterdiğim yapıtlar, anladığım kadarıyla ilgiyle izlendi; bunların New York galerilerinde/müzelerinde sergilenen yapıtlarla biçim, söylem ve yorum açısından eşdeğerde olduğu görüldü, ama ABD’de Türkiye çağdaş sanatı hiç tanıtılmadığı için, ilk kez görülmüş oldu! New York’ta son yıllarda Türkiyeli ABD’lilerin öz kültürlerine sahip çıkma eğilimleri var, ancak bu isteklerini tarihsel/folklorik/popüler kültürle doyurmayı sürdürüyorlar; orada yaşayan ve çalışan Şükran Aziz, Serdar Arat, Suzan Batu, Cem Aydoğan, Hakan Topal, Özlem Paker, Gülfem Kessler, Vahap Avşar gibi sanatçıların (ve daha nicelerinin) desteklenmesi dışında, Türkiye’den diri ve atak sergilerin getirilmesi için çalışma yapmaları gerekiyor. Gerçekte, New York’ta bir ülkenin kendini tanıtmasının ne denli paradoksal bir iş olduğunu Guggenheim Müzesi’ndeki ‘Body & Soul’ (Beden ve Ruh) başlıklı dev Brezilya sergisi örnekliyor. Sergi dolayısıyla Guggenheim Müzesi’nin içi tümüyle siyaha boyanmıştı. Serginin ‘Batı Bakışı’ özelliğini yalnız spot ışıklandırmayla yaratılan gizemli karanlık bile yeterince gösteriyor. Daha ilk bakışta insanın aklına bu sergiyi düzenleyenlerin postkolonyalist söylemi solladıkları geliyor. Village Voice’ın 19 şubat sayısında çıkan Jerry Saltz imzalı yazıda, Guggenheim müdürü Thomas Krens’in Regan ile geldiğini Enron ile gitmesi gerektiğini, bu serginin New York’ta yapılmış ‘en çirkin’ sergi olduğunu açıkça belirtiyor. Bu eleştiriye katılmamak elde değil. BMW, Armani gibi sergilerle Guggenheim’ın tam bir McDonaldizasyona uğradığı biliniyor; yüzyılın başındaki ekzotik ülke fuarlarıyla karşılaştırılacak kadar ‘pazar’ odaklı bu sergiyle kolonyalist bakışın aklanması da gündeme getiriliyor. Rastlantı olmasa gerek, Guggenheim’daki yan sergi ünlü illüstratör (Life, The Saturday Evening gibi ABD’nin kültür emperyalizmi dergileri için) Norman Rockwell’in retrospektifi. ABD’nin popülist kültürünü gündelik yaşam, aile, vatanseverlik, gelenekler üstüne odaklanarak betimleyen ve kuşaklar boyunca ABD halkını bugünlere yönlendiren bu illüstratörün Guggenheim müzesinde ne işi var diye sorulmalı… Burada çarpık olan, Guggenheim Müzesi’nde kişisel sergilerini gerçekleştirmiş onlarca anlı sanlı, iddialı sanatçının, bu müzenin belleğinin bu denli kirletilmesine karşı çıkmamaları…

Biletler 500 dolardan başlıyor

New York sanat pazarının doruğu olan Armory Show, Batı yakasındaki iki büyük iskelede yüzü aşkın galerinin katılımıyla gerçekleşti. Açılış galası biletleri 500 dolardan başlıyordu. Binlerce yapıt süpermarket düzeninde satışa sunulurken (Richard Long’un ücra dağlardan topladığı taşlarla yaptığı ve koyacak yer beğenmediği çemberlerden biri de içinde olmak üzere), galericilerin yüzünü güldüren alışverişler olduğu söylendi; ben bile yanımdan geçen CEO giyimli bir adamın 500.000 dolar vermeye hazırım dediğini duydum. Marcel Duchamp’ın valizi (çoğaltma) 1.2 milyon dolara satışa sunulmuştu.

Zamanın ruhu iki sanatçıya ‘sindirim’ üstüne yapıt ürettirmiş. Birisi, Belçikalı sanatçı Wim Delwoye’nin New Museum’a yerleştirdiği dışkı çıkarma makinesi; her gün lokantalardan toplanan artıklarla besleniyor… Ötekisi ise daha şiirsel bir biyomorfik ses makinası. 1960 San Francisco doğumlu sanatçı Tim Hawkins’in gerçekleştirdiği ‘überorgan’ (Organ Ötesi) başlıklı yapıt, New York’un en büyük galerisi olan ACE’in içini kaplayan kırmızı naylon ağ içine yerleştirilmiş insanın iç organlarına benzeyen şeffaf naylondan 13 adet dev balon ve bu azmanın odaklandığı fotosel beyinli bir kilise orgu. Sanatçı ‘übermensch’tir, dedirtecek kadar etkileyici, sürrealist ve modernist…

New York sokaklarında çile çeken insanların hangi sistem tarafından öğütüldüğünü göstermek açısından bu iki yapıtın mesajı yeterince açık…