Şizofrenik bir karnaval

Radikal Kültür Sanat
19/09/2009

Bienal zengin sanat alıcısını çektiği ve sponsorlara gösteriş sağladığı için bir tür karnaval etkisi yaratabilir ya da şizofrenik bir ortamı andırabilir. Ama sunduğu sanat görüşleri eğlenceli ya da şizofrenik değildir; okumasını bilenler için derin bir keder ve keskin bir bilinci yansıtır

11. İstanbul Bienali kentin bütün kurum ve kuruluşlarının iştahlı katılımıyla açıldı; sel uyarılarına karşın, büyük bir uzman, sanatçı, seçkin sanatsever kalabalığı bütün etkinlikleri izledi. TV’ler ve basın yakın ilgisini esirgemedi. Her zaman olduğu gibi ‘Beğenal’ başlıklı bir de protestosu vardı bu bienalin; bu da sağlıklı bir tepki olarak değerlendirildi… İnternetteki sert eleştiri yazıları bile merakları tetikleyip daha çok izlenmesine neden olabilir. Burada klasik bienal ertesi yazısı yazmak istemiyorum; beğendiğim sanatçıların işleri üstüne bildik sözleri sıralayarak. Bienal’in Türkiye kültür iklimindeki konumuna değinmek istiyorum. Çoktandır düşünsel bir eyleme dönüşmüş günümüz sanatının iklimi içinde olabilenlerin coşkuyla yaşadıkları ve kuşkusuz, Türkiye’nin küresel kültüre eklemlenmesinin kanıtı olan bu etkinliğin ne olup olmadığını irdelememiz gerektiğini düşünüyorum.

Çünkü, bu bienal sanatçıların söylemlerinin sahnesi olmaktan çok seçkinlerin gösteri(ş) alanı olmaya başlıyor! İşleri yörüngesinden saptırma ve sulandırma becerimiz, bienalin üç milyonu aşkın işsiz gencin ortalıkta dolaştığı dönemde çok gerekli olan ‘marksizm /sosyalizm’ üstünden sunulan içeriklerini, bir karnavala dönüştürmeyi başarıyor!
Bu bienale konu olan Brecht, 1940-1980 arasındaki sol hareketin sanatla uzlaştığı; dahası sağın bile solla uzlaştığı önemli bir yerdedir. Cansızlaşmış Türkiye solunun belleğindeki sanat kavramıdır. Brecht, modernist bir hakikat arayışındaydı ve kitleleri etkiliyordu; bugün de günümüz düşüncesini etkileyen düşünürler ‘hakikat’ sözü ediyor. Örneğin Alain Badiou hakikat teorisinin yeniden inşa edilmesinin gerekli olduğunu söylüyor. Buna karşın medyanın tutarsız imajlar ve yorumlar hercümercine tabi olduğumuzu da hatırlatıyor: “Bunun karşısına ne çıkarılabilir? Bence onun karşısına hiç değilse hakikati, belki de birkaç hakikati sabırla aramaktan başka bir şey çıkarılamaz; bu arayış olmadığında kitle iletişiminin özsel mantıksızlığı kendi zamansal karnavalını dayatacaktır.”
Karnaval iyidir, hoştur, ama hakikatleri örtebilir… Oysa, sanat özellikle günümüzde hakikatlerin örtülmesini değil, açılmasını istemiyor mu? Sanatçılar öyle ya da böyle bir hakikat peşinde değil mi? Yoksa bana mı öyle geliyor? Burada bize özgü hakikatlerden bir kaçına değinmek istiyorum.

Birkaç hafta önce ‘Devlet dairesi önüne kadın heykeli konur mu?’ diye bir haber vardı gazetelerde. Bu soru, bir bürokrat veya siyasetçi, bir devlet dairesi önündeki kadın heykelini kaldırttığı için soruluyordu! Ve bu soru, küresel kültür gelişmeleri içinde kendisine saygın bir yer edinmiş olan 11. İstanbul Bienali yapılırken soruluyor. Kuşkusuz yabancı konuklar bu ve benzeri olaylar bilmiyorlar. Yüzlerce uluslararası sanat uzmanın İstanbul’a çeken bu bienal, kendilerini görünür kılabilen bir grup sanatçı ve galericiye yararken, bunun dışındaki kültür/sanat durumlarını derinlemesine incelerse anlayabilir. Yine de bu seçkin kalabalık, İstanbul’da kendilerine sunulan sanat üretimini değerlendirirken, İstanbul’un kültür sanayini de gözlemleyebilir. Bu gözlemle bienalin sunduğu gelişmiş kültür sanayi manzarasının uyuştuğunu söylemek zor.

Örneğin, bienalin açılış günlerinde bu insanlar en çok Taksim meydanını kullandı (metro, oteller ve sergi mekanları dolayısıyla). Orada ne gördüler? O meydanın bize sunduğu simgeleri nasıl okudular? Meydanın ortasında ulus devletin en yüce simgesi, kuzeyindeki parkta Ramazan dolayısıyla kurulmuş ‘lümpen’ bir Lunapark ve el sanatları fuarı; meydanın doğusunda kapkara terk edilmiş bir AKM, batısında da yeni onarılmış ama kullanılmayan Maksem binası… Bu meydandaki görüntüler paradigmatiktir. Kentin en ideolojik ve tarihsel meydanına Luna Park kurmak tuhaf bir iştir. Maksem binasının nasıl yönetileceği bilinemiyor! AKM, köhneleşmiş bir devlet kültür politikasının, kısır çıkar kavgalarının kurbanı olmaktan kurtulamıyor.

Çözüm üretmek gerek

11. İstanbul Bienali ve onun içinde ve çevresinde gerçekleşen kültür ile görüntülerin işaret ettiği kültür yan yana getirildiğinde Türkiye’nin İstanbul 2010 eşiğindeki kültür durumunun çelişikli manzarası sırıtır ve hiçbir karnaval bunu örtemez… Sorun derin bir yarıktır; günümüze özgü kültür sanayi süreçleri ile siyasal erkin Türkiye insanının zihnine ve yaşam biçimine yerleştirdiği devletçi/yasakçı/tektip kültür arasındaki yarıktır. Bu yarığın kapanması için çözüm üretmemiz gerekmez mi?
11 bienal, yüzlerce farklı ülkeden sanatçının görüş ve yorumlarıyla bu bienallerin sunduğu zengin çeşitlilik henüz bu ortak zihinsel süreci etkileyebilmiş değil. Bienal ile birlikte bütün kültürel altyapıların ve kurumların yenileştirilmesi ve insanların yaşadıkları dönemin sanatını öğrenme ve anlamasına yardımcı yöntemlerin geliştirilmesi gerekiyor.
Bienal zengin sanat yapıtı alıcısını çektiği için, sponsorlara gösteriş sağladığı için bir tür karnaval etkisi yaratabilir, ya da internetteki eleştirilerde belirtilen şizofrenik bir ortamı andırabilir ama sunduğu sanat görüşleri ve estetikleri ya da kültür iklimi, öncelikle eğlenceli ya da şizofrenik değildir; okumasını bilenler için derin bir keder ve keskin bir bilinç yansıtır. Toplumların çeşitli kapitalist yöntemlerle uyuşmuş olan zihinsel süreçlerini tetiklemek, tüketim ve medya sistemiyle hesaplaşmak, siyasal erkin yozluklarını eleştirmek, insanlara direniş seçenekleri göstermek eğlenceli sayılmaz, değil mi?

WHW, sunduğu başlık gereği, bu tür irdelemeleri içeren işleri seçmişti, doğal olarak. Bu ciddiyetteki bir içerik rastlantıya bakın ki, 600.000 kişiyi etkilemiş bir askeri darbenin yıldönümü (12 Eylül) ve tartışmasız vahşi kapitalizmin sonucu olan 30 kişinin öldüğü bir sel felaketi ile pekişti. Doğrusu ortada eğlenmekten ve işi karnavala dönüştürmekten çok şöyle sessizce düşünmek, iç hesaplaşma yapmak için neden vardı; sanırım çok sayıda yerel sanatçı bunu yapıyordu ki, açılışlarda onların katılımı çok düşüktü! Kamusal sistemin tutunduğu ışığı çoktan sönmüş kültür sistemi ve onun yerini alıp kültür erkine sahip olan özel sektörün, kendi çıkarları doğrultusunda yazmaya çalıştığı bir sanat masalı var ortalıkta. Bu masal, sanatı üreten bireylerin ve sanat yoluyla demokratik açılımlara yelken açabilecek kitlelerin gerçeği ile pek örtüşmüyor, ülkemizde.

Yalnız ülkemizde değil, Viyana’nın doğusundan Çin’e kadar uzanan geniş coğrafyada durum böyle; toplumsal ve tepkisel içeriklerden itinayla arındırılmış bir tüketim ekonomisi ve yerinde sayan demokratikleşme süreçleri coğrafyasındaÖ Oysa, gelişmiş kültür sanayi erkine sahip yönetimlerin ve sınıfların sanatı kullanma yöntemleri içinde ilginç bir becerisi vardır ki, o da henüz yok bu coğrafyada: Sanatın erişilmezliğine dayanamayıp, onu hor kullanarak alt etme arzusunu gizleyebilmek ve sunulan hakikatlere karşı duyarlı, saygılı ve görgülü rolü oynamak!