Sanatçının sermayeyle imtihanı

Radikal Kültür Sanat

27/10/2006

Küresel kültür sermayesi sanatçıyı güç odaklarıyla uzlaşmaya, ortaklıklar kurmaya ve kendini pazarlamaya zorluyor. Söylemesi acı ama sanatçılar ancak sermayeden pay alıp zengin olduklarında yörüngeye girmiş sayılıyor

Kültür sermayesinin altın çağında sanat/ kültür ortamı dikensiz gül bahçesi mi? AB ve ABD’de kültür/sanat kurumlarının yönetimi profesyonel işletmeci ve pazarlamacıların eline geçmiş durumda ya da geçmeye hazır. Küratörler ve diğer sanat/kültür uzmanları bu kişilerin altında çalışıyor ve giderek yönetici kimlikleriyle öne çıkıyor; söylem ve eleştiri coğrafyasından uzaklaşıyor.

Sanatçılar koleksiyoncu, galeri, küratör uzlaşmasından süzülerek kurumlara ulaşabiliyor. Kurumların genel politikalarını ve içeriklerini de büyük koleksiyoncular ve sanat yapıtına yatırım yapan şirketlerin temsilcileri belirliyor. Paris’in en kıdemli galericilerinden birisi bir görüşmemizde, müzeler müzelere ve koleksiyonculara yapıt satıp kâr ediyor; ya da müze kurulurken alışveriş galerilerden değil, koleksiyonculardan ya da müzelerden yapılıyor, gibi yeni işbirliklerinin altını çizdi.

Sanatçıların ilk başvuru yeri olan galerilerin durumu da bu düzendeki başarımlarına bağlı. Simgesel sermayenin ekonomik sermaye ile örgensel ortaklığı zaman içinde devletlerin ve yerel yönetimlerin kültür politikalarının içeriğini ve biçimini belirleyebiliyor. Özelleştirme çağında devlet ve yerel yönetim sanat/kültür kurumlarının da sermayenin sadık ortakları olmaktan başka çaresi yok.

İstanbul da farklı değil

Söylemesi acı ama sanatçılar bu sıradüzen içinde ancak simgesel sermayeden pay alıp zengin olduklarında yörüngeye girmiş sayılıyor.

Bu genel manzaranın çeşitli renk ve dokularda ayrıntılı örneklerini İstanbul’da da izliyoruz. Bütün yönleriyle yeşermekte olan düzende, kendi çıkarları doğrultusunda birbirini tamamlayan işlevleri yerine getiren kurumlar, işletmeler, örgütler arasında ilişki, iletişim, rekabet ve çatışkı sürüp giderken sanatçıların düşünce ve davranışlarında söz sahibi olma, yönlendirme ve denetleme gibi bir istek varsa da, bunun etki ve tepki alanı henüz çok dar. Konuştuğum birçok sanatçı, düzenin sanatçıyı güç odaklarıyla uzlaşmaya, ortaklıklar kurmaya ve kendini pazarlamaya doğru zorladığı düşüncesinde. Popüler sanat türleri bu tür işbirliklerini kaldırır, ama kaynağı eleştiri ve irdelemeye dayanan bir sanat üretimi için dikenli bir yol…

Ancak yerel pazarda varlar

80’lerin üretimini belirlemiş olan kuşak bugün gelişmeleri uzaktan izlemeyi yeğliyor, katılımını ya da tepkisini belirtmiyor. Eski ve yeni üretimleriyle sanat pazarını oluşturan ressamlar ancak düzenin yerel sanat pazarı içinde söz sahibi. Aynı kuşağın yerleştirmeler ve kavram irdelemeleri yapan sanatçıları kendilerini bu düzenin yozlaştırıcı etkisinden korumaya çalışıyor; Türkiye post-modernizmini oluşturan yapıtları mevcut kurumlar içinde yer almadığı için bugün bu grup sanatçı ancak kendi görüşlerine uygun ve denetleyebildikleri ortamlarda ortaya çıkıyor. Uluslararası dolaşıma giren ya da Avrupa kentlerinde yaşayan sanatçılar, sanatçı yararına koşullar içeren ana düzende bu güçlüklerden kurtuluyor; ancak kimi kurumların AB dışı sanatçılara farklı uygulamalar yaptığı örnekler de yok değil.

Küresel kültür sermayesi düzeninin yerel modelinde insana yatırım boyutunun eksikliği toplumcu işlevlerin göz ardı edilmesi ve sanatçıların yeterince örgütlenememiş olmaları olumsuz bir ortam doğuruyor.

Şimdilerde mesleklerinde yol almış olan ve sanat sahnesine yeni çıkan genç kuşak sanatçılar simgesel sermayenin yükselme ortamında işe başladılar; haritalarını daha baştan bu çerçevede çizmek zorundalar. Kurumlarla ilişki kurabilenlerin önü açılıyor. Kurumlarla henüz ilişki kuramayanlar gruplaşarak/kolektifleşerek kentin heterojen dokusu içinde kendilerine yer açarak görünür olmaya çalışıyor.

Kuşaklar birbirinden kopuk

Yeni kuşak sanatçılar ile önceki kuşaklar arasındaki kopukluk dikkat çekici boyutta; bu ortamda kullanıma açık bir boşluk olduğunu, önceki üretimle bağlantı kurmaktansa, üretimlerini bir boşluk üstüne yapılandırdıklarını varsayıyorlar. Oysa sanatın hiçbir döneminde hiç kimse ‘Ben kimseden etkilenmedim’ demek hakkına sahip olmadı. Sanat tarihsel görüngü ve nedensiz/belleksiz bir sanat üretiminden söz edilemiyor.

Yeni kuşağın beslenme alanı olan kentsel mekânda ve kamusal alanda iki sınıfın, yoksullar ve varsılların, arası onarılmayacak bir düzende açılıyor. Bu uzaklık her şeyden önce mimaride (varsılların birlikte yaşadığı siteler ve villa kentler, kırsal geleneği sürdüren varoşlar, dev alışveriş merkezleri, soylulaştırılmış ya da turistik mahalleler olarak) izleniyor.

İstanbul’da güncel sanat bu yapının içinde nerede yer alabiliyor? Bir alışveriş merkezine ayda 800 bin kişi girip çıkarken, sanat kurumları günde 100 kişiye seviniyor.

Güncel sanat üretimini anlayarak ve bilerek tüketmesi ve desteklemesi beklenen aydınlar oldum olası görsel sanatı okumak istemedi ve şimdi onlar da üniversitesinden medyasına ve sivil örgütüne kadar simgesel sermayenin yörüngesindeler.

Geniş izleyici kitlesi yok

Öteki olası izleyici kitlesi varsıl ve orta sınıf kent dışına çıkarken, sanatçıların üretimi bu açıklık ortasında kendisine tüketici arar durumda.

Kuşkusuz, bugün her sanatçı küresel izleyici için üretiyorum savını ileri sürebilir ve yapıtı küresel dolaşıma girdiğinde bu gerçekleşebilir. Küresel dolaşıma giremeyenler hangi izleyici ile baş başa kalıyor?

İkilem burada. Sanat üretiminin geniş bir izleyici kitlesinin olması, yapıtın konusu olan toplumun yapıtı okuyabilmesi ve demokratik işlerlik içinde siyasal alana müdahale edebilmesi küresel sermayenin denetim ve yönlendirmesine direnme aracıdır. Küreselliğe eleştirel bir gözle bakmak, farklı yapıların oluşturulabileceğine inanmak isteyenler için sanat hâlâ en sağlam ve güvenilir adres.

Önce sanatçılar arasında diyalog ve dayanışma, sonra sanatçılar ve kitle arasında düşünsel/eylemsel buluşma yeni düzende dümeni sanatın ve sanatçının yararına çevirebilir.