Portre üstüne kaligrafi

Radikal Kültür Sanat
22/04/2010

Gelenek, modernizm ve post-modernizmin yozlaştırdığı bir olgu, çok zengin görsel malzeme sunduğu için sürekli gündeme gelen bir kavram. 90’larda gündeme gelen ve ilgiyle izlenen kaligrafi ve minyatürü kullanan yapıtlar zamanla kitsch’in zaferine dönüştü

Türkiye’de üretilen çağdaş sanat örneklerinde neden bir ‘gelenek’ arıyoruz? Bu iş bir gelenek haline geldiği için mi? Hâlâ sürmekte olan Avrupa merkezci sanat tarihi bilgisi bunu nerdeyse bir koşul olarak gördüğü için mi? Hâlâ sürmekte olan ‘özgünlük’ ve ‘kendini özgün kabul ettirme’ koşullarını yerine getirmek için mi? Uluslararası ana akım kanalları 90’lı yıllardan bu yana İslam’ın günümüzdeki görüngülerini ve ona ilişkin bütün gerçekleri, değerleri, görsel malzemeyi tüketmek istediği için mi? 1800’lerin sonunda başlayan Batılılaşma ve sonrasındaki Modernleşme süreçlerinin tepeden inme kopuşlarla gerçekleşmesini onarmak için mi? Kimliğini İslami geleneklerin yeniden kurgulanmasında arayan/bulan yeni zengin sınıfı sanat yatırımına alıştırmak için mi?

Hepsi olabilir…

Bu tür bir gelenek arayışı, günümüz sanatında yazı (sözel) ve resim (görsel) üstünden bir irdelemeye girişmemizi sağlıyor. Post-modernizm yazı ve resmi bileştirici sanat biçimlerinin önünü açtı ve hemen iki görüntü gündeme geldi: Minyatürler ve Hat Sanatı. 90’ların başında, özellikle uluslararası üretimlerde bu tür yapıtları (portreler üstünde kaligrafi; minyatür tarzının günümüz görüntülerine uygulanışı) görünce ilgiyle izlerken, şimdilerde açıkçası kanıksadık. Bu tür yapıtlar çoğaldıkça ve çeşitlendikçe kitsch’in zaferi olarak değerlendirmekten başka çare kalmadı! Şimdilerde, bu tür yapıtların ancak daha derin siyasal ve felsefi anlamlar taşıyanlarına ilgi gösterebiliyoruz.

Gelenek, Modernizmin ve Post-modernizmin hem hesaplaştığı, hem de yozlaştırdığı bir olgu ve çok zengin görsel malzeme sunduğu için sürekli gündeme gelen bir kavram. Modern sanatta dünya geleneklerinin Avrupa merkezci bir yaratıcılık sürecinde sınır tanımayan nitelikte kullanıldığını biliyoruz. Geleneklerin bozulmadan yaşayabildiği bütün coğrafyaların ve toplumların fethi, 20. yy sanat üretimi için tükenmez bir kaynak oluşturdu. İkilemli bir kaynak! Picasso ve Matisse gibi klişeleşmiş örnekleri verelim. Onlar Afrika ve İslam kültürü ve sanatından esinlenip, benzersiz resimler üretirken, Fütürizm gibi köktenci akımlar geleneğe ait ne varsa yıkılsın diyordu. 1960’larda ABD’li Soyut Resim üreticileri çaktırmadan Uzak Doğu sanatının soyutlama geleneğini yine benzersiz soyutlamalar diyerek Geç Modern resimlere uygularken, Minimalistler ve Kavramsalcılar sanatı geleneksel süslemelerden arındırıyordu.

Sürekli bir çatışkı ve uzlaşma! Her iki durumda da geleneksel sanat türlerinin kendilerine özgü bağlamlarından ve değerlerinden koparılmaları söz konusu; dolayısıyla özgün içerikler ve anlamlar başka amaçlar ve çıkarlar için tüketilmek üzere kurban edilebiliyor.
Post-modernizmde ve küresellikte ‘gelenek’ insanbilim, dilbilim, tarih, sanat tarihi ve sanat üretimi için çok çekici bir alan oluşturdu. Öylesine çekici ki, her grup insan ve her disiplin geleneği kendi söylemi ve çıkarı için evirip çeviriyor. Dolayısıyla gelenek yeni baştan yaratılıyor, kurgulanıyor ve düşlemlere konu oluyor. Kültür sanayi içinde gelenek üç biçimde var oluyor: geçmişin devamı olarak, işlevselliğin gereği olarak ve resmi ve özel gelenek politikaları olarak… Bu üç biçim de sonuçta değişen siyasal, ekonomik, toplumsal koşullara ve çıkarlara göre değiştirilen ve yapay olarak yeniden yaratılan bir gelenek kurgusunu işaret ediyor.
Ne hikmetse, bu kültürün yeniden üretimi olarak gelenek çok da sert değişim dönemlerinde ya da siyasal, ekonomik, toplumsal krizlerde öne çıkıyor ve önem kazanıyor; özellikle de kimlik tartışmalarında; sınıfsal ayrışmalarda; toprak ve mülk tanımlamalarında… İktidar değişimlerinde de gelenek güçlü bir siyasal hileli yönlendirme aracı; toplumsal grupları (sömürülmüş halklar, yerli halklar, göçmenler gibi) kazanmak için ya da toplumsal eşitsizliğin (sınıflar, cinsiyet ayrımcılığı, etnik ayrımcılık gibi) onanmasını sağlamak için kullanılıyor. 1980’lerden bu yana Türkiye bu sert değişimleri geçiriyor. Sanatçıların geleneğe yönelmeleri de bu değişimler bağlamında değerlendirilmeli ve yapıtlarının önemi bu söylem ve içerikler bağlamında eleştirilmeli.

Türkiye Modernizmi, 1914 kuşağından sonra -ki bu kuşak da Avrupa merkezci oryantalizm geleneğini benimsiyordu- baştan sona, ressamların ve heykeltıraşların çeşitli yöntemler ve tekniklerle gelenekten bir alıntıladığı üretimlerle dolu. 1923 sonrası ‘ulus devlet’ devriydi ve gelenek saf ve arı Anadolu kültürünü işaret ediyordu. 1950 sonrasının Paris odaklı ve ABD etkili soyut resim ve heykellerine de Anadolu motifleri, Hitit simgeleri v.b. ekleniyordu. Bize özgü Kübizmin içine Anadolu motiflerinin yerleştirilmesi, ya da bize özgü Toplumsal Gerçekçiliğin içine Anadolu gerçeği denilen ülküsel bir gerçeğin yerleştirilmesi en belirgin örneklerdir. Ancak, geleneğin modernizmle bileşmesinin kusursuz örnekleri değil bunlar. Modernizmin gelenekle bileşmesinin kusursuz kitsch’ler ürettiği de biliniyor.
Günümüzde geleneğe gönderme yapan ya da geleneği sorgulamaya çalışan yapıtların çoğu İslam ve Osmanlı hat, minyatür ve süsleme sanatlarından bağlamından koparılmış, günümüz yaşamında karşılık geldiği varsayılan olgulara uyarlanmış biçimsel alıntıları yeniden işleme sokuyor. Bu çaba ile sanatçılar topluma alışık olduğu geleneksel görsel malzeme üstünden mesaj vermeye çalışıyor. Ya da İslam/Osmanlı kökenli bir motiften çoğaltma yaparak, sanatın dekoratif işlevlerini abartan albenili soyutlamalar üretiyor. Bu yöntemler toplumu geleneğin günümüzdeki anlamları ve etkileri üstüne düşündürecek kavramlar üretebildiği gibi, yeni-oryantalist yanılsamalara da sürükleyebilir.Dolayısıyla 20.’yy’da, sözünü ettiğimiz – bence Fahr-el Nissa Zeid, Sabri Berkel’de en olgun örneklerini bulan-Modernist kopuşun onarımı, Modernist kimliğin pekiştirilmesi gibi tuhaf bir karşıtlığı barındıran yerleşmiş gelenek-modernizm ikileminin biçimsel ve estetik yöntemleri sürdürülüyor.

Nicolas Bourriaud, İlişkisel Estetik’te “Modern’i estetik deneyim ve maceracı düşüncenin yumuşak noktası olarak kabul ediyorsak, Modernlik henüz ölmemiştir. Dünün ‘iyi beğeni’sine sarılan köktenciler ne düşünürse düşünsün ve ne söylerse söylesin, günümüz sanatı 20. yy öncülerinin mirasını üstlenir ve tamamlarken aynı zamanda onların dogmalarını ve teleolojik (erekbilimsel) doktrinlerini (öğreti) sorguluyor” diyor.

Anlaşılan, sergi yapımcılarının, bu konuyla ilgili sergiler oluştururken, izleyicilerin de bu sergileri izlerken yapıtların bu sorgulamaları içerip içermediğine, bu tür işlevler ve sorumluluklar taşıyıp taşımadığına, yeni-oryantalizmi besleyip beslemediğine bakmaları gerekiyor.