Nişantaşı ‘Disneyland’ı!

Radikal Kültür Sanat

07/01/2003

Nişantaşı’ndaki sokak etkinlikleri, sanat olanla olmayanın birbirine karışmasına yol açtı. Bu, ‘sözde sanat Disneyland’ı’ yaratmaktan öte anlam taşımıyor ve arada ciddi estetik çabalar gözden kaçıyor

1979 Türkiye’nin siyasal bir karanlığa gömülmeye başladığı yıldır ama sanat üretimi açısından sessiz bir değişimin de başladığı bir yıl sayılır. 1960’ların ve 70’lerin yalnız öncüsü Altan Gürman’ın öğrencisi bir grup sanatçı (Şükrü Aysan, Serhat Kiraz, Ahmet Öktem) 78’de ‘Sanat Tanımı Topluluğu’nu kurarak Beyoğlu Güzel Sanatlar Galerisi’nde ilk sergilerini açtı ve sanatın temsiliyet boyutunu, işlevini ve yapısını sorgulamaya başladılar. 79’ da dönem için ilerici sayılan işlerin özgürce sergilendiği Yeni Eğilimler sergileri başladı.

1980’lerde kavramsal ve minimal sanat, mekân yerleştirmeleri yapan sanatçılar bağımsız sergilerle sanatın rotasını güncelliğe doğru kırdılar. Bu başlangıçlar, temsili/soyut resim ve heykelin saltıklığına, tekdüzeliğine, tükenmişliğine karşın kuramsal, bilimsel ve teknolojik gelişmelere koşut, çok teknikli, çok gereçli ve kavramsal içerikli sanat üretiminin ortaya çıkmasını sağladı.

Yaklaşık 30 yıldır üretilen, ama ‘müze’ olmadığı için ortalıkta görünmeyen yapıtlar, gerçekte sanat olan ve olmayan arasında bir kalkan oluşturuyor. Bu kalkanın görünmemesi, her alanda olduğu gibi, kolaycıların işine yarıyor. Son zamanlarda tasarımcıların, modacıların, grafik sanatçılarının,

sosyologların imzalarını taşıyan ‘tüketime hizmet eden sanat yapıtı taklitleri’, zaten ‘yüksek sanat’ görüngüsünü nasıl algılayacağına ve kavrayacağına henüz karar vermemiş izleyici kitlesinin kafasını karıştırıyor. Sonuç: İşlevsel görünmeyen her nesneyi sanat yapıtı sanan bir sanat izleyicisi var; yüksek sanat projesini gerçekleştirmek için yer ve para bulamayan ‘gerçek sanatçılar, küratörler…’ bunalım içinde.

Sanatçıyı ‘kullanmak’

Sanat ve yaşamın kavuşmasını gerçekleştiren en önemli sanatçılardan Beuys’un 1979’da ettiği sözler var: “Evet, benim bir misyonum var. Toplumsal düzeni değiştirmek. Özellikle para sistemini değiştirmek. Para ve devlet günümüzdeki tek baskıcı sistemdir. Başka güç yok ve insanlar oy kullanmaya gidip bu iki sisteme evet, evet dedikçe bu sistem var kalacak. Ve biz vargücümüzle buna karşı koymalıyız.” Beuys sonra da sistemin her şeyi yalanlar üstüne kurduğunun, halkı ‘özgür’ olduğuna inandırmak için sanatçıyı kullandığının altını çiziyor.

Sanat benzeri üretimlerin allanıp pullanıp sunulması ile Beuys’un sözünü ettiği sistem arasında sıkı alışveriş var; sistem, sırası geldiğinde -toplumu oyalamak gerektiğinde- ‘sanat’ kavramını ve ‘sanatçıyı’ kullanmak için çeşitli yöntemler uydurur.

Burada sıradan amaçlardan birisi, sanat yapıtından gelir/kâr/saygınlık sağlamak… Başka deyişle gerçekte iyi para kazandırdığı bilinen sanat yapıtına, bilgisizlik ve tutuculuk yüzünden uzak duran üst gelir grubuna sanat yapıtını şirin göstermek; sanat yapıtının da diğer tüketim malları gibi bir mal olduğuna inandırmak. Kuşkusuz bunu yaparken kafasını ciddi konularla yormak istemeyen bu refah kesimini yormayacak türde sanat yapıtları üretilmesini sağlamak, dolayısıyla sanat yapıtının düşünsel boyutunu en aza indirgemek. Öte yandan, bu içi boşaltılmış nesneleri

‘sanat’ olarak sunanlar, hak etmedikleri halde ‘yüksek sanat’ın sağladığı saygınlık halesinden de yararlanıyor. Beuys’un sözünü ettiği gibi,

‘sanatçı kullanma’ işi bu boyutlarda.

Burada, Nişantaşı’nda ‘sokak etkinlikleri’ modasının sonuçlarına değinmekteyim.

Ekim ayında içinde her telden çalan yapıtların yer aldığı etkinliği kendimi zorlayarak hoşgörüyle izlemeye çalışırken, ‘Beuys, Berlin’de Karl Marks Meydanı’nı süpürmüştü!’ diye içimden geçirmiştim. Ancak, şimdi çam ağacı ‘kitsch’i üstüne çeşitlemelerin de ‘sanat’ olarak sunulmasını/ algılanmasını aynı hoşgörüyle izleyemiyorum.

Çam ağacı şenliği gezisine çıkanların Maçka Sanat Galerisi’ne uğradıklarını

ve Serhat Kiraz’ın galerinin 25. yılı için yaptığı yerleştirmeyi gördüklerini umuyorum; böylece sanat olanla olmayan arasındaki kesin çizgiyi açıkça görmüş olacaklardı. Çağdaş sanat bilgisi köşe yazılarındaki övgülere karşın, kafasına ‘Bunlar sanat yapıtı mıdır?’ sorusu takılanlar için iyi bir deneyim olur. Sergide galerici, sanatçı, mimar işbirliğinin yetkin bir örneği sunulurken, bellek de mekânla yeniden canlandırılıyor.

İstanbul’un çağdaş sanat ortamının oluşumunda ağır bir direnişin temsilcisi olan Maçka Sanat Galerisi’nin 25. Yılını kutlama sergisinin, çam ağacı şenliğinin gölgesinde kalması rastlantı değil, yerel yönetim-özel sektör-basın işbirliğinin sonucu.

Bu olaya şöyle bakılmasını da öneriyorum: Nişantaşı’nda saygın galerilerin ve sanat ticareti yapanların yatırım ve özveriyle oluşturduğu ‘rant’ın ele geçirilmesi… Ne ki, temsiliyet, işlev ve kavram sorunları 30 yıl önce tartışmaya açılmış ve defteri dürülmüş resimler, heykeller ve sanat yapıtı taklitleri bir ‘sözde-sanat Disneyland’ı yaratmaktan öte bir anlam taşımıyor.