Kültür sanat ortamımızın değer bilirliği

Radikal Kültür Sanat
17/08/2009

Bu yıl ilk kez, AB ve ABD tescilli standart küratör listesi bir kenara kondu ve İstanbul Bienali için Balkan komşularımızdan henüz ünlü olmamış dört genç kadın küratör seçildi. Bu tercihin, kadınların hâlâ cinayetlere kurban gittiği, erkek egemen topluma mahkûm olduğu ülkemizde özel bir anlamı var

Birkaç hafta sonra 11. İstanbul Bienali’ni yaşayacağız. Bundan 23 yıl önce, 1980 askeri darbesinin olumsuz etkileri Türkiye’nin zihinsel ve duygusal haritasında kanlı ve karanlık gölgeler oluştururken, bir grup insanın öngörüsü ve atılımıyla başlamış bir serüven… Türkiye’yi küresel sanatın enerjisine kenetleyen bir girişim…
Değerini bilmek gerekiyor.İki yıl önce, İstanbul Modern’de 10 yıllık bir özeti sunuldu İstanbul Bienallerinin. O tarihte müzenin müdürü olan David Eliot’u analım. Eliot “bellek en önemli öğedir kültür olgusu içinde” düşüncesiyle İstanbul sanat ortamındaki kronik bellek yoksunluğu ve yoksulluğunu fark edip, bir örnek vermek istedi herhalde…

Bunun olumlu bir sonucu da oldu. Bienalin karar odakları/ yöneticileri şöyle geriye doğru bir bakıp, neyi doğru neyi yanlış yaptıklarının hesabını yaptılar herhalde… AB ve ABD tescilli standart küratör listesi bir kenara kondu- umarız bundan böyle hep kenarda durur- ve Balkan komşularımızdan bize benzeyen bir ortamdan – henüz ünlü olmamış ve standart listeye girmemiş dört genç kadın küratör seçildi.

WHW’nin değerini bilmek

Her gün en az üç kadının hunharca öldürüldüğü, genç kızların tecavüze uğradığı, analar babalar tarafından pazarlandığı güzel ülkemizde, bienalin dört kadın küratör tarafından yapılmasının simgesel bir anlamı vardır, kuşkusuz. 500 kişilik meclisinde yalnız 46 kadın milletvekilin olduğu, güzel demokrasimizde bienalin dört kadın tarafından yapılması özellikle anlamlıdır. Türkiye’nin tam, eksiksiz ve katkısız bir erkek egemenliğinde yönetildiğini an be an gösteren eşsiz TV görüntüleriyle uyutulan güzel kadınlarımız, bienalin dört kadın tarafından yapılmasının değerini bilirler herhalde…

Kültür sanat ortamımızda bunun gibi birçok şeyin değerini bilmek gerekiyor:
Yıllardır galerilerin çıkarmayı başaramadıkları ‘List’ adlı İstanbul çağdaş sanat haritasını zor ve olumsuz koşullara karşın ilk kez çıkarmayı başaran çıkaran ‘Pist’ bağımsız sanatçı kuruluşunun;
İki yıldır her hafta sanal ortamda gönderdikleri, ‘çıkartma’ adını verdikleri görsel yorumlarla Türkiye’de olan biten konusunda bizleri uyaran ve internet sanatının en önemli örneğini veren ‘Atıl Kunst’un; On beş yıldır, bağımsızlığın, direnişin, başkaldırının türlü çeşitli sergi örneklerini üretmekten vazgeçmeyen Hafriyat’ın;
Devlet ve yerel yönetim ilgisizliğine, kültürel tekelciliğe, markalaşma yönlendirmelerine, özel sektör perspektiflerine karşı direnişçi, bağımsız ve alternatif bir sanat üretim alanı yaratmak için yıllardır üretim yapan ve emek veren ‘bütün sanatçıların ve sanatçı girişimlerinin’; Sanatın dinamiğini canlı tutmak için en düşük ücretlerle ya da gönüllü olarak çalışan adsız kültür uzmanı ve emekçisinin…

Ne oldum dememeli!

Eğer Güzel sanatlar akademisinin kuruluşunu görsel sanatlar için bir milat kabul edersek ( 1881), 128 yıldır bu ülkenin siyasal, ekonomik ve kültürel tarihi içinde sanat açısından değişim yaratmaya çalışmış yaratıcı insanların ve onlara destek verenlerin bir listesi çıkarılsa, bugüne gelene kadar nasıl bir insan gücüne gereksinim olduğu görünür olur. Bu insanların değerini bildik mi? Onları ne kadar anıyoruz? Kimse bugünkü durumuna bakıp, ne oldum demesin; o listedeki insanları ve ne kadar çabuk ve kolay unutulabileceğini düşünsün!
Değer bilmenin üstünde duruyorum, çünkü özellikle görsel sanatlar ortamında ün ve para rekabeti, basın ve medyada görünürlük dolayısıyla – gittikçe zararlı olmaya yüz tutan kronik değerlendirme hastalıkları ve aşırı benmerkezci değerlendirmeler ve yönlendirmeler ve kendinden öncekini değersizleştirme girişimleri gözlemliyorum. İlk ben yaptım; benden/bizden önce sanatçı ve sanat yoktu; başarılı bir işi hemen kopyalama; sanat tarihini kendi çıkarlarına göre yeniden yazma; şirket kültürünü ve markalaşmayı göklere çıkarıp, bireysel çalışmaları görmezden gelme; sanat değerlendirmelerini fuarlar üstünden yapma; sanat ve kültür etkinliklerini basın bültenine, magazine ve dedikoduya indirgeme bu hastalıklardan bazıları…
1881’den günümüze, daha olgun ve görgülü bir sanat ortamı beklenirdi; ama görmemişlik toplumun bütün katmanlarında olduğu gibi, sanat ortamının bazı kesimlerinde de var.
Ne ki, bu hastalıklara gerçekte neyin sebep olduğunu anlamak için öncelikle kültür sanayinin maddi kaynaklarına sahip olan devlet, yerel yönetimler ve özel sektör arasındaki ilişkilere bakmak gerekiyor.

Bu üç güç arasındaki görünürde bir anlaşma ve işbirliği var. Büyük etkinlikler hep birlikte yapılıyor. Kitleleri yönlendirecek, oyalayacak, yatırım yapıldığını kanıtlayan gösterişli kültür-sanat etkinlikleri, binalar, ticari ve turistik amaçları destekleyecek kültürel tanıtımlar, yalnız imaja veya markalaşmaya hizmet edebilen yaratıcılığı desteklemeler… Ancak, bu üç güç, sırası geldiğinde sanatsal ve kültürel etkinlikleri, içerikleri ve söylemleri birbirlerine karşı kullanabiliyor ya da en azından aralarındaki rekabette sanat ve kültür içeriklerini kolayca harcıyor. Bu maddi kaynaklar, yıllardır kaynaklara sahip olanların kendi ideolojik ve stratejik çıkarları ve işleri için kullanılıyor. Yaratıcı bireyler ki onlar gerçekte bu üç gücün sömürdüğü asal güçtür bu kaynaklara ya dağları devirerek ulaşabiliyor ya da hiç ulaşamıyor. Yaratıcı bireylerin üretim yapma ve üretimi tüketime sunma olanakları gelişmiyor.

2010 işe yarayacak mı?

Bu bozuk ilişki, İstanbul 2010 sürecinde iyileştirilebilir mi? Bunu, İstanbul 2010’a sunulan projeler uygulanmaya başlayınca anlayabileceğiz.
Yaratıcı insanlar, içinde yaşadığımız bozuk düzenler içinde bir takım açıkları buluyor, yeni düzen önerileri yaratıyor ve insan ilişkilerinin iyileştirilmesi için kullanıma sunuyor. AB sanat ve kültür kurumları bizim yaratıcı insanlarımıza bizden daha çok destek verdi ve onların ürettiği yapıtların Türkiye kültür manzarasında ne anlama geldiğini çok daha iyi değerlendirdi, son 15 yılda. AB kentlerinde yapılan konulu grup sergilerindeki yapıt listelerine bakıldığında, AB aydınlarının Türkiye’yi bu yapıtlar üstünden tanımaya önem ve değer verdikleri rahatlıkla anlaşılır.

AB, İstanbul 2010 sürecinde bu sorunu çözüp çözmeyeceğimizi merakla izliyor.