Kültür markası çağı

Radikal
31/12/2003

Markalaşma çağında, kültür markası da gündeme geldi. Gerekli yatırımı özel sektör, ‘kültür A.Ş.’lerle ve bunların tanıtımını yapan şirketlerle gerçekleştirmeye çalışacak

“İstanbul 24 saat uyanık ve her an her yerde bir olay çıkıyor(muş) gibi sürekli bir devinim içinde…” İstanbul’da zaman geçiren ‘entelektüel’ yabancıların ortak düşüncesi bu. Gece ve gündüz karmaşanın içine dalıp kentin tadını çıkarıyorlar, sürprizlerle dolu gündemin sokağa yansıyan ayrıntılarıyla ilgileri her zaman diri kalıyor.

Bienal sırasında gelen yabancıların da derdiydi bu; bienale ve sanata yoğunlaşmak zorlaşıyor, diyorlardı. Kendi ülkelerinin arı ve düzenli kentlerinde bulamadıkları bir canlılık ve çeşitlilik…

Kuşkusuz, ikiz bombalar bienal açılışı sırasında olsaydı, nasıl kaçacaklarını bilemeyeceklerdi.

İkiz bombaların tahribatı bütün dünya televizyonlarında günlerce gösterildi; ne ki Avrupa kıtasındaki iki-üç bienalden birisi

olan, iki ay süren ve Türkiye’nin aydınlık yüzünü gösteren İstanbul Bienali -izleyebildiğim kadarıyla dünya TV gündemlerinde pek yer almadı. Buna karşın şimdilerde Berlin’de (Moskova-Berlin-Küratör Jürgen Harten) ve

Atina’da (Outlook-küratör Christos Joachimides) yer alan ve sonuçta Avrupalı sanatçıların ne denli önemli olduğunu vurgulayan orta boy iki sergi CNN de içinde olmak üzere bütün TV’lerde günlerce yinelenerek gösterildi. Tam bir çifte standart örneği…

Şimdi bienal geride kaldı ve bir sonraki bienale kadar yine sorunlarımız ve çözümlerimizle baş başayız… Ekonomi düzeliyor, denmesine karşın, sanat üretenler için -bir yolunu bulup uluslararası sistemin içine atlayanlar dışında- değişen bir şey yok!

Sanat açısından tartışma ve eleştiri alanındaki durgunluk ve sanat ol(a)mayan birtakım ikincil üretimlerin ayıklanamaması gibi iki sorun var. Bütün resimler, heykeller, fotoğraflar, videolar ve yerleştirmeler ‘en önemli, en anlamlı, en değerli, en geçerli, en uluslararası’, yapılan bütün sergiler de ‘kusursuz ve ilginç’… Sanki, geleneksel sembolizm, bayat sürrealizm, santimantal kitsch, çarpık imgelem ilüstrasyonları, Pop-art bozuntuları, dekoratif soyutlar, idolleştirilmiş ve fetişleştirilmiş imgeler, amatör sanatçılık Türkiye sınırlarından içeri girmemiş gibi… Sanırım, bunlardan kurtulmanın tek yolu, ‘sanatmış gibi üretimler müzesi’ açmak…

Sistem açısından sorunlar yatırımda, uzmanlıkta ve Türkiye’de üretilen sanatın nasıl dışarıya satılacağında odaklaşıyor.

Her şeyin markalaşması çağına girdiğimiz için, kültürmarkası da gündeme gelmiş bulunuyor. Kültür markası için gerekli yatırımı özel sektör, kitleye kültür hizmeti niyetine kurduğu kültür A.Ş.’lerle ve bunların tanıtımını ve reklamını yapan şirketlerle gerçekleştirmeye çalışacak. Bu durumda, AB’ye girme sürecinde seçim ve değerlendirme şirket müdürlerinin ve çalışanlarının sanat görüşü ve zevkinin niteliği/düzeyi ile -şimdiye değin olduğu gibi sınırlı olabilecek.

Örgütler ortada yok

Sanat ortamında, bu şirketler yatırımı yanlış yönlendiriyor, diyebilecek ve sözünü dinletecek örgütler ve kimse(ler) de görünmüyor… Şirketlerin parasal gücünü arkalarına alan uzmanlar da, bu paranın kullanımındaki ahlaki değerlerden yoksunlar, parayı sanatın yaygınlaşması, özellikle yaratıcı özneye doğru yönlenmesini sağlamıyorlar ve kendi kariyerleri için kullanıyorlarsa, bu kişileri uyaracak bir eleştiri gücünün olmaması, sanat ortamındaki herkesin olumsuz sonuçlarına katlanacağı bir durumdur.

Öte yandan resim müzayedeleri ve salt resim ticareti yapan galeriler sanata yatırılan paranın ikinci adresi… Bu sayede henüz bilimsel olarak değerlendirilmemiş ve ayıklanmamış modernizmin ürünleri ve ‘kusursuz’ resimler koleksiyonlarda birikmiş durumda. Bu resimler yakında kurulacak Türkiye’ye özgü resim müzelerine girmek üzere depolarda bekliyor. Ne ki, 20. yy’da bu coğrafyada üretilmiş hangi sanat yapıtları böyle bir müzenin içine girebilir, sorusuna uluslararası sanat ölçütlerinde geçerli bir yanıt vermenin doğuracağı sarsıntıya kimsenin dayanma gücü olmadığı için, müze kurulmuyor/kurulamıyor.

Yerel yönetimler ve devletin kitleye kültür/sanat hizmeti veren kurumları sanat/kültür üretiminin dünyaya açılması sürecinde gereksinimleri karşılayacak güçte değil ve bu özelleştirme çağında o cepheden bir şey beklememek gerekiyor… Gerçi AB’de kültürün özelleştirilmesi yolunda adımlar atılıyor, ama orada kolay sarsılamayacak bir kültür sanayii olduğunu ve bunun tıkır tıkır işlediğini göz ardı etmemeli . AB’ye uyum sırasında da her ülke bu tür bir kültür sistemi/ağına sahip olmak durumunda. Nitekim, Doğu Avrupa ve Balkanlar soğuk savaş döneminden kalma sistemi ve modernizme takılmış bakış açısını bırakıp AB modellerini

uyarlamakla uğraşıyorlar.

Değerlendirme ölçütleri

Her şeyin özelleştirilmesinden yana olanlar, sistemin daha baştan

‘özelleşmiş’ olması artı puandır, diyebilirler. Bizdeki özelleşmenin örnekleri hiç umut verici değil; çünkü sanat değerlendirme ve algılama ölçütleri güncelleşmedi, henüz. Oysa, AB’de özelleştirilen sistemin tamamlanmış ve hedefine ulaşmış bir geçmişi var; organları aracılığıyla geçen yüzyılda modernizmi ihraç ettiği gibi, şimdi de biçim değiştirerek etmeyi sürdürüyor. AB kültür sisteminin küresel uzantıları/organları yerel ortamda kendine ortak arıyor, buluyor, içeriği ve yöntemi kabul ettiriyor ve işleri yerel yatırımları kullandırtarak bu ortağa yaptırıyor.

Bütün ortaklıklarda olduğu gibi, eğer ortaklar eşit güçte değilse, zayıf olan bir süre sonra hisselerini güçlü olana satmak zorunda kalır… Kültür markası da başka bir bahara kalır…