Kentini arayan bienal

Radikal Kültür Sanat

16/10/2001

Dünya düzeninin sarsıldığı bir dönemde İstanbul Bienali’ni alkışlamak gerek. Önümüzdeki yıllarda beklentimiz Bienal’in içinde yaşadığı bölgenin sorunlarından yola çıkması

İSTANBUL – “Günümüzde bir dönüşme söz konusu değildir artık. Şeylerin dönüşmesi her zaman daha iyiye olan bir dönüşmedir. Ama bugünkü gibi sıkıntılarla dertlerin çok büyük olduğu dönemlerde gökyüzü kapılarını açar ve alevlerini zaten kaybetmiş olanların üstüne püskürtür” diyordu Adorno, 20. yy’ın ortasında.

11 Eylül’den sonra…

21. yy’ın ilk İstanbul Bienali, sıkıntılarla dertlerin çok büyük olduğu, daha iyiye olan bir dönüşmenin de düşlenemeyeceği bir dönemde açıldı. Basın toplantısı, her şeye karşın pırıl pırıl bir gökyüzünün altında, Aya İrini’nin önünde yapıldı. Bazı sanatçı ve konukların gel(e)mediği söylendiyse de, meydan tanınmış yabancı küratörler, eleştirmenler ve tanınmakta olan sanatçılarla doluydu. Bienalin kavramı ve düzeni İKSV Başkanı ve küratör Yuko Hasegava tarafından küresel felakete fazla değinilmeden açıklandı. Mevcut basından ve dinleyicilerden de tepki gelmedi. Oysa bu, uluslararası sanat odaklarının sesini duyurması için iyi bir olanaktı. İnsanlık için trajik bir an, sanat için de keskin bir dönemeç oluşturabilir.

Paylaşımcılığı önemli

Neyse ki, Hasegawa’nın, katalog metninde

“Çeşitlilik, kolektiflik, sonsuz etkileşimli

ilişki biçimleri, hayatta kalmak için yeni bir düzen…” olarak tanımladığı Egofugal sanat dünyasını bir tür tinsel/zihinsel bir değişime çağırıyor, dünyanın ekonomik dengesizlikler, medya manipülasyonlu kültürel deformasyonlar ve toplumsal bunalımlar yüzünden çoğalmakta olan dertlerine yanıt verecek bir özveriyi ve paylaşımcılığı öneriyor. İstanbul Bienali yabancı küratörler tarafından yapılalı beri ilk kez kavram/konu kentin Doğu-Batı arasında köprü olmasına, tarih yüklü çekiciliğine ve heterojen/hibrit kültürleri barındıran ikilemlerine kilitlenmiyor, doğrudan doğruya tüm insanlığı ilgilendiren, küresel kapitalist sistemin yücelttiği ve yüreklendirdiği bir sorununu gündeme getiriyor.

Etkileyici ve başarılı

Bu bağlamda, bir dizi etkileyici olduğunu düşündüğüm yapıt var: Aya İrini’deki apsise Ana Maria Tavares’in yerleştirdiği dev ayna, Michael Lin’in orta alana yerleştirdiği çiçekli platform, yukarıdaki yan nartekste Jan Fabre’nin yatağı, böcekli küresi ve videosu, Darphane’deki Anja Gallacio’nun cam ve çim avlu düzenlemesi, sıraodalarda bir mahzendeki Chris Cunningham’ın videoları gibi…

Rikrit Tiravanija’nın toplumun beğenisini irdeleyen açık hava sineması, Gabriel Orozco’nun kentin kendine özgü düzenini yapısöküme uğratan müdahelesi, Alberto Garutti’nin nüfus patlamasını metaforlaştıran Boğaz Köprüsü düzenlemesi ve Cambalache Collective’in Sokak Müzesi’ne İstanbul halkının eşyalarını katması, sanatın yaşamla ilişkisinin gerçekçi ve inandırıcı örnekleri olarak sıralanabilir. Özellikle bu örneklerde sanatçıların ‘Egokaç’ kavramını benimsedikleri görülüyor.

Doğu’ya bakış

Guillermo Kuitcka’nın ünlü kiliselerin ve Yerebatan Sarayı’nın planlarını yorumlayan resimleri, Cem Arık’ın mozaik panoları, İsa Genzken’in minimal cam heykelleri, Frederic Bruly Bouabre’nin resimli günlüğü kuşkusuz zengin ve derin düşüncelerin/yaklaşımların kusursuz sonuçları. Chris Burden’i oryantal çadırı, ancak hem kendisinin Doğu’ya bakışının itirafı, hem de kentin kendi oryantalizminin irdelenmesi olarak kabul edilebilir. Yerebatan Sarnıcı her zamanki gibi sanatçılar için çok çekici, ama baş edilmesi zor bir mekân; burayı kullanan herkez ya ışık/gölge, ya suya yansıyan/suyu anlatan video ya da sütunlar arasında şaşırtıcı görüntü kullanıyor. Lee Bull’un kısırlaştırılmış kadın gövdeleri dramatik olmaktan öteye gitmiyor…

Baş tacı edilmeli

Dünya düzeninin sarsılması ve Türkiye ekonomisinin çökmesi sürecinde İstanbul Bienali’ni baş tacı etmek gerekiyor.

Yine de, bu bienali, şimdilerde artık Avrupa Birliği’nin sanat kimliğini temsil eden ve çokuluslu şirketlerin desteklediği Venedik Bienali’nden sonra en önemli bienal olarak nitelendirmek, gerçekçi bir yaklaşım değil. Üstelik Dokumenta Kassel bile Venedik Bienali’nden sonra gelirken…

Bienallerin içerikleri, bütçeleri, etkileri ve pazarla ilişkileri üstüne yapılan tartışmalar, İstanbul Bienali benzeri bienallerin yeniden yapılanması gerektiğinin işaretlerini veriyor. Artık yorgun olduğu belirgin bir modelin yinelenmesinin sanatçıya ve izleyiciye yararı yok! İstanbul Bienali, içinde yaşadığı bölgenin sorunsalından/söyleminden yola çıkmaya çalışmalı; yoksa, 20. yy’da içine giremediği sisteme 21. yy’da bir yanıt verebilme olanağını kaçırmak üzere. İstanbul Bienali, Avrupa ve ABD odaklı bienal sistemi

içinde kalmayı yeğlerken, sanat uzmanlarının,

temel kurumların, mimari altyapıların, koleksiyoncuların ve yatırımların süregiden eksikliği, bienaller arasındaki iki yılın sessizliği, bienalin gerçekten bu kentin bağrından ve beyninden çıktığına inanmayı zorlaştırıyor.