Kaplama dökülür, dalaşma görünür

Radikal Kültür Sanat
07/01/2008

Radikal, 2007’nin son haftasında kültür açısından yılı ‘sıkı tartıştık, bol polemik yaptık’ başlığıyla değerlendirdi. Doğru: Eleştirinin sesini duyuramadığı bir kültür ve sanat ortamında eleştirinin yerini ister istemez dalaşma (polemik) alır.

Radikal, 2007’nin son haftasında kültür açısından yılı ‘sıkı tartıştık, bol polemik yaptık’ başlığıyla değerlendirdi. Doğru: Eleştirinin sesini duyuramadığı bir kültür ve sanat ortamında eleştirinin yerini ister istemez dalaşma (polemik) alır. Sıkı tartıştığımız da doğru: Çeşitli kurum ve STK’ların düzenlediği açık oturumlar, sempozyumlar, çalıştaylarda kültür/sanat konuları ve sorunları uzmanlar ve sanatçılar tarafından her yönüyle tartışıldı. Örneğin üyesi olduğum Avrupa Kültür Derneği 2007’de İstanbul 2010 konusunu, başkanı olduğum AICA Türkiye mesenlik, sponsorluk, bienaller gibi konuları AB’li uzmanlarla bir dizi çalıştayda masaya yatırdı ve oldukça geniş bir ilgili kitlesini bilgilendirdi.

2007’yi Radikal’in değerlendirmesi bağlamında ele alırsak, örneğin tiyatronun başına gelenler, devletin ve yerel yönetimlerin kültür politikası ve yönetiminin yapısal bir kördüğüm oluşturduğunun ayrıntılı bir örneği. Türkiye’nin çevresinde, en koyu Sovyet ülkeleri de içinde olmak üzere, bu tür bir yönetim ve politika kalmadı; Sovyet kültür sisteminin Türkiye’ye uyarlanmış tuhaf bir biçimi olan bu yönetim ve politika, söz konusu olaylar bağlamında ‘uzatmalı bir çöküş’ dönemi yaşıyor. 80’lerden günümüze, neo-liberal ekonomiye geçiş sürecinde, yapılması gereken altyapı ve politika değişimleri yapıl(a)madı. Bu nedenle tiyatro ve devlete, yerel yönetimlere bağımlı bütün kurumlarda çalışan sanatçılar ve yorumcular kullanma tarihi çoktan geçmiş bürokratik denetim ve destek sistemiyle ve buna eşlik eden devletçi-ulusçu ve ‘felçli modernist’ bir politikayla boğuşmak zorunda kalıyor.

Günümüzde sanat ve kültür üretimlerini kültür sanayii dışında ele almak olanaksız. Eğer Türkiye, Londra, Berlin, Moskova, Madrid’de büyük tarihsel sergiler açmak, Frankfurt Kitap Fuarı’na katılmak, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti’ni gerçekleştirmek gibi devasa tanıtım projelerini gündemine alıyorsa, küresel kültür sanayiinin kuralları içinde oynamak zorunda. Ne ki içinde varolmak istediği bu sistemde devlet ve yerel yönetimlerin yeri ve işlevi de son derece belirgin. Bu yer, kültür sanayii için gerekli fon havuzlarının piyango gibi sistemlerden alınacak gelirlerle ve özel sektörle işbirliği içinde oluşturulması, kültür yatırımcılarını teşvik yasalarının çıkarılması, uygulanması, altyapıların kurulması ve varolan sanat ve kültür üretimlerinin dünyaya tanıtılmasından başka bir şey değildir. Bunun ötesindeki bütün işler ‘bağımsız, özgür ve özel’ alana aittir.

Bağımsız kurullar gerekli

AB ülkelerinde kültür sanayiinin üretim ve tüketim süreçleri devlet ve yerel yönetim tarafından değil, bağımsız kültür konseyleri, kültür üretim şirketleri, STK’lar ve uzmanlar tarafından gerçekleştiriliyor. Küresel kültür sanayiinde sanatçılar ve kültür üreticileri devletin ya da yerel yönetimlerin oluşturmakla yükümlü olduğu fon havuzlarından müsteşarların ve müdürlerin kapısını aşındırarak ya da devleti mahkemeye vermek zorunda kalarak destek almıyorlar; her yıl değişen uzmanlardan oluşan bağımsız kurullar projeleri değerlendirip bu paraları son kuruşuna kadar dağıtmakla yükümlü.

AB’den Türkiye’ye bakıldığında yarısı devletçi-ulusçu-siyasal boyunduruk taşıyan, diğer yarısı özel sektörün insafına terk edilmiş kültür sanayiinin haritası açık seçik okunuyor. AB kurumları Türkiye ile bir kültür ilişkisine girmek zorunda kaldığında, bunu gerçekleştirmenin güçlüğünü biliyorlar artık; bu nedenle de artık işleri özel ve sivil alan üstünden yürütmeyi yeğliyorlar -özel sektörün de kültürü nasıl kullandığını bilmelerine karşın. Son yıllarda Türkiye’ye uzmanlar gönderip durumu eni konu incelediler; yayımlanan raporlar internette… Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’nın Dokuzuncu Kalkınma Planı Kültür Özel İhtisas Komisyonu Raporu (bu da internette) ile karşılaştırmalı olarak okunduğunda yukarıda sözünü ettiğim resmi-özel ikilemi gözler önüne seriliyor. İhtisas komisyonu tümüyle devlet kurumlarının temsilcilerinden oluşuyor; özel alandan tek bir kişi yok ve içinde özel ve sivil alandan söz edilmiyor!
Bu açıdan bakıldığında Fazıl Say’ın, siyasal eleştiriye girişmiş bir sanatçının söylem ve ifade tarzı bağlamında son derece naif olarak değerlendirilebilecek çıkışı da bu ikilemin kıskacındaki sanatçının çaresizliğini yansıtıyordu. Bu tür çıkışın vurucu olması ve dalaşma ötesine geçebilmesi için fire vermemesi gerekir; bu nedenle örneğin görsel sanat alanında siyasal manifestolar yapıt aracılığıyla sunuluyor.

Yapıtlarıyla dünyaya meydan okuyan iki kadın sanatçıya bakalım: 1993’te Balkan Savaşı en kanlı dönemindeyken Jenny Holzer, Süddeutsche Zeitung’un baş sayfasına “Kadınların öldüğü yerde ben uyanık dururum” tümcesini bastı. Baskı mürekkebine Bosnalı kadınlardan alınan kanları karıştırmıştı. 1996’da yine Balkan Savaşı sürerken Marina Abramovic, Venedik Bienali’nde Italya Pavyonu’nun bodrum katında üç gün boyunca kanlı sığır kemiklerini kazıyıp yıkadı. Bu yapıtların oluşturduğu üst-söylem, görsel etki ve tabuları delip geçme gücü, dalaşmaya yer bırakmıyor; ama yorumu siz okuyuculara bırakıyorum.

Radikal, bienal, dev bacak ve modern ötesi üstüne dalaşma ve tartışma olduğunda da değindi. Bu arada David Elliot’un birdenbire İstanbul Modern’den ayrılması olayı unutulmuş; onu da ben eklemiş olayım.2007’de de sanat ve kültürü kalkındırma konusunda bir çaba gösterildiği kuşkusuz; büyük yatırımlar yapıldığı da… Görkemli tanıtımlar, açılışlar, basın duyuruları, hepsi kültür sanayiinin temel taşları olarak var. Geniş kitleler gösteri toplumu-için bu büyük sergiler ve etkinlikler kaçırılmayacak kadar çekici.
‘Felçli modernizm’Ancak, profesyonel gözle ve akılla bakıldığında, o ‘felçli modernizm’ gelip başköşeye oturuyor; ya da hedef ve amaçlar konusunda soru işaretleri beliriyor. Yatırımların ve etkinliklerin biçimleri ‘Bu ikilemli kültür sanayii içinde bu iş ancak bu kadar olur’ dedirten zayıflıklar içeriyor. Etkinliklerin içerikleri, söylem ve kavramları, hesaplaşma ve eleştirme boyutları da bir inandırıcılık sorunu taşıyor. Bulunduğu ülkenin ve bölgenin kendine ait savını, söylemini yansıtması ve ihraç etmesi gereken bir bienal, gerçeğe uymayan yapay savları ve söylemleri yeğliyor; 50 yıllık bir sanat üretimini toplu halde göstermeyi amaçlayan bir sergi, bunu işin doğasına ters düşen ‘numunelik’ fuar biçiminde sunuyor; İstanbul sanat ortamına katkıda bulunmaya talip olan uluslararası bir küratör, iki sanatçısının birbirine tıpatıp benzeyen iş üretmiş olmasının nedenini “yerel sanat ortamının kıskançlığı” olarak açıklayabiliyor…
Devlet, yerel yönetimler ve özel sektör sanat ve kültür üretimini siyasal ve parasal erkin altın kaplaması gibi kullanmak istiyor, ama işler gösterildiği gibi parlak değil! Kaplama yer yer dökülüyor ve fire veriyor; dolayısıyla tartışmaya olduğu kadar dalaşmaya da açık.

2008 Frankfurt Kitap Fuarı, 2009 Berlin-İstanbul Buluşması, 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti kültür sanayinin resmi ve özel yapısındaki olumsuzluklar düzeltilmeden mi gerçekleştirilecek? Şimdilik öyle görünüyor; taraflar bir masaya oturup, dalaşmadan tartışıp, işleri düzeltmeye karar vermedikçe bu iş böyle sürüp gider…