Her sanatçı Venedik’e katılmalı…

Radikal Kültür Sanat
21/06/2009

Sanat piyasası, umut kapısı peşinde, kötümserliği sevmiyor… Batılı ülkelerin büyük pavyonlarında çok tanınan sanatçılar yeni bir söz söylemeyen işleriyle yer alıyorlar. Bu bayatlık içinde Türkiye sergisi siyasal duruşu olan, eleştirel ve etkili bir profil çiziyor

olunay Venedik’i daha da romantik bir havaya soktu, 53. Bienalin açılış haftasında… Dolunayla birlikte suların yükselmesi de romantik olarak algılanıyor ki, San Marco meydanında yalınayak havuz sefası yapan turistler ve bienal izleyicileri mutlu görünüyorlardı. Labirentin dar koridorlarındaki hiç de hoş olmayan kokulara kimsenin aldırdığı yoktu… Venedik Belediyesi, kentin altyapısını yenilediğini anlatan büyük posterler de asmıştı, dolayısıyla kanalizasyon sisteminde bir sorun yoktu! 7 Haziran’daki AB parlamentosu seçimleri dolayısıyla vaporetto kaptanları ve çımacıları, kendilerine verilen bir hakkı kullanarak, daha yüksek ücret aldıkları seçim sandıkları başına gittiler; iki gün vaporetto seferleri aksadı ve bienal izleyicisi biraz perişan oldu. Buna da pek aldıran olmadı…

Venedik küresel sorunları unutmak için bulunmaz bir tiyatro sahnesi ve herkes rolünü benimsiyor, bu sahnede. Çağdaş sanat üretimi de burada üstüne düşen rolü oynuyor; sanatçılar ve yapıtlar ülküsel, gerçeküstü, gerçekötesi, aykırı, yanılsamacı v.d. biçimler, diller, anlatılar kullanarak dünyayı yeniden tarif etmeye çalışıyorlar. Küratör Daniel Birnbaum boşuna ‘dünya kurmak’ diye başlık atmadı. Küresel siyasetin yıldırıcı ağırlığına dayanamayan insanlar için bir umut kapısı açmak gerekiyor ve sanat piyasası kötümserliği sevmiyor…

Türkiye sanki başa döndü

18 Yıl önce 1991’de ve 1993’de Venedik Bienali’nde Türkiye Pavyonu’nunu bienalin ana mekânı olan Giardini’de İtalya Pavyonu denilen büyük binanın en arka bölümünde 30m2’lik bir odada, Dışişleri Bakanlığının verdiği 4-5bin dolarla kurmuştuk. İlkinde Mithat Şen ile Kemal Önsoy’un ikişer resmi, mekânın dört duvarında asılıydı; ikincisinde Serhat Kiraz ile Erdağ Aksel’in ilginç yerleştirmeleri yer alıyordu. Kadere bakın ki, yanımızdaki aynı büyüklükteki mekânda hep Güney Kıbrıs vardı; o dönemin Konsolosları açılışa geldiklerinde hem mekânın küçüklüğü hem de Güney Kıbrıs komşuluğu yüzünden hiç mutlu olmuyorlardı…

53. Venedik Bienali’nde Türkiye ana mekân Arsenale’de, sponsoru yok ve yine 30m2’lik bir odada ve iki genç sanatçının günümüze özgü yerleştirmeleri sergileniyor. Bende, yine başa döndük galiba ve bu iş devlet parasıyla olunca bu kadar oluyor, diye bir duygu uyandı!

Geçen bienalde İKSV Türkiye’ye bir pavyon verildiğini duyurmuştu. Ama gördük ki bunun bir sürekliliği olmadı, kimse Türkiye’ye pavyon bahşetmiyor! Ve sanat tarihi, basın bültenleriyle yazılmıyor! İşin aslı şöyle: Bir önceki bienalin küratörü Robert Stor, bu bienali de yapacaktı; bienal yönetimi ile anlaşamadı ve yerine Birnbaum getirildi. Küratör değişince program da değişti ve Türkiye’ye iki bienal için verilen Arsenale mekanı geri alındı. Buna karşın bir toprak verildi ve prefabrik pavyon yapıldı. Bence, bu daha anlamlı; Türkiye’nin bienaldeki göçebe konumunun altı çizilmiş oldu. Venedik Bienali’nde Pavyon sahibi olmak gerekir mi gerekmez mi, pavyon olsa bir şey fark eder mi soruları bir yana bırakılırsa, bu sevimli prefabrik yapı, hayırlara vesile olur da TC devleti bir mekana sahip olur, Venedik’te!

Arsenale’nin 1 km’lik parkurunun son bölümünde kurulan işlevsel prefabrik yapıda Ahmet Öğüt’ün terör saldırılarında bombalanmış ya da yanmış binaların maketleri ve Banu Cennetoğlu’nun içinden seçerek internetten indirip sahip olabileceğiniz fotoğraflarının bulunduğu kitap yer alıyor. Arsenal’deki 200-400m2lik mekânlar yanında bu mekân mütevazı, ama etkisinde bir eksiklik yok; siyasal duruş var, sanat sistemi eleştirisi var…

Buna karşın, ulusal pavyonların çoğu yaşını başını almış, tanınmış sanatçıları (Fransa, ABD, İngiltere, Avusturya, Hollanda…) sergilerken, Türkiye’nin genç küratör ve genç sanatçılara yer vermiş olması ve yapıtların uluslararası sanat ortamının algı ve eleştiri değişkenlerine uygunluğu olumlu bir etki bırakıyor.
İşi sağlama bağlamak için ünlü sanatçıları sergilemek her zaman iyi sonuç vermiyor; seçkin sanat izleyicisini geçtik, en geniş izleyici kitle bile bu sanatçıların işlerini biliyor; hepsi AB müzelerinde yer alıyor. Pavyonlardaki işler yeni bir söz de ortaya koymayınca, ister istemez bir bayatlık söz konusu… Bu yıl ödül alma sırası Yoko Ono ve John Baldessari’ye gelmişti; diğer ödüller de ABD ve AB odaklı olarak dağıtıldı…

İlkler şöyle: Filistin Pavyonu Salwa Mikdadi küratörlüğünde ve Filistin dışında yaşayan bir iş adamının sponsorluğunda ilk kez açıldı. Yapıtlar Filistin sorunlarına odaklanıyor. 9. İstanbul Bienalinde Deniz apartmanında Filistin müzesi kurmuş olan Khalil Rabbah, bu kez bienalle eş zamanlı olarak Filistin’in 50 köyünden düzenlediği küçük bienallerin kartpostallarını ve belgeselini sergiledi. Bu işin dünya izleyicisine sunduğu Filistin’i köy köy tanıma olanağı dikkat çekici. İkinci gün gizli eller, pavyonun pankartını ortadan kaldırdı… Göçmen Kürtlerin açtığı Kürdistan pavyonu da ilk kez varlık gösterdi; Türkiye’yi kınamayı ihmal etmemişler web sayfalarında…

İki ana eğilim var

77 ülkeden yüzlerce sanatçı binlerce sanat uzmanı, galerici ve koleksiyoncu ile karşı karşıya geldi; ya yeni ortaklıklar, işler ve umutlar doğdu ya da umutlar tükendi… Bienalin içerik, biçim ve nitelik çeşitliliği içinde genelde iki eğilim izleniyor: Dünyanın bütün sorunlarını dert edinen, bir toplumbilimci, bir gazeteci, bir belgeselci gibi çalışan ve bu sorunların insanları sarsmasını bekleyen sanatçılar (bkz. Polonya Pavyonu-Kryzstov Wodiczko). Wodiczko, Avrupa’nın en büyük sorununu, göçmen azınlıklar ile Avrupa halkı arasındaki gerilimi vurguluyor. Mekânının duvarlarına sanal pencereler açılıyor ve pencerelerin buzlu camları arkasında Avrupa vatandaşlarının yapmayı reddettiği işleri yapan göçmen işçiler görülüyor.
Ya da Avrupa merkezci sanat tarihinin estetik değerlerini yüceltip piyasanın isteklerine yanıt verenler (bkz. Almanya Pavyonu- Liam Gillick). Gillick, IKEA türünde bir dolap dizisini, minimalist heykel anlayışının son örneği ve refah toplumunun sıradan estetiği olarak sunuyor.