Gayet yalın bir Bienal

Radikal Kültür Sanat

25/11/2005

İstanbul Bienali, genelde olumlu bir etki bıraktı. Politik meselelere getirilen yalın yaklaşımlar beğeni topladı belki, ama çağdaş sanatın çetrefilli sorunları bu bienalde de kendini gösterdi

Yapımcıları, basın ve genel izleyici 9. İstanbul Bienali’ni, özetle İstanbul Bienali farklıdır ve Venedik Bienali’nden sonra Avrupa’nın en önemli bienalidir; yabancı ve yerli küratörün son derece uyumlu bir çalışma gerçekleştirmeleri, Beyoğlu dokusunun ve belleğinin bienalde kullanılması, davet edilen sanatçıların bu mikro dokuya girebilmeleri ve yorum ve görüşlerini yapıtlarıyla yansıtmaları olumlu sonuç verdi; İstanbul kültürel açıdan oryantalist yaklaşımların bugüne değin yeterince kurbanı oldu, ancak bu bienalde bu olumsuzluk aşıldı, diye değerlendirdi.

Genelde iyimser yaklaşım, bulunduğumuz bölgenin kültür sanayii uygulamaları çerçevesinde şaşırtıcı değil; çünkü sanat bağımsız bir güç olarak değil, başka güçlerin vitrini olarak değerlendirilebiliyor. Türkiye’de iş bu ölçüde olmasa bile, yerli/yabancı basın ve medya, etkinlikleri gerçekleştiren kurum ve kuruluşlar da bu kusursuzluğu ve dokunulmazlığı seviyor!

Oysa, şu sıralarda uluslararası sanat ortamının kusur listesi uzun: Örneğin, küresel kapitalizm bağlamında yeniden yapılanma sürecinde sanat kurumları özel sektöre iyice bağımlı oldu. Piyasanın sanat kurumlarına, bienallere, galerilere, küratörlere uyguladığı denetim ve yönlendirmenin dozu kaçmış durumda. AB ve ABD başkentlerindeki kültür odakları kolonyalist alışkanlıklarında direniyor. Bu kusurlar uluslararası sanat etkinliklerine yansıyor. Örneğin, AB açılımlar sağlamak üzere ‘piyasasız’ ülkelere doğru hamle yapıyor ve bu ülkelerin sanat ortamlarına ‘esin aktarıcı kaynaklar’ olarak zaman zaman müdahele edebiliyor.

Küratörün iyimserliği

Bu bağlamda, sanat piyasasının ve resmi kültür politikalarının egemenliğinden bunalmış olan küratörler ve eleştirmenlerin çoğu iyimserlik içinde, İstanbul Bienali’nin bağımsızlığından, farklılığından dem vuruyor, kendilerince rahatlama, açılım ve umut yaşıyorlar. Onlara göre burada piyasa dayatması yok, sanatçılar ve küratörler görece özgür ve bağımsız bir üretim içindeler. Bu dar ve yoksul piyasa ve altyapı koşullarında sanatçıların parasal kısıtlamalar/haksızlıklar, tekelleşmeler ve ilgisizliklerle boğuştuklarını akıllarına getirmek bile istemiyorlar.

Bu yıl, Beyoğlu-Karaköy-Tophane çevresinde kullanılmayan ya da terk edilmiş sivil mekânların seçilmesi çok önemli bir farklılık ve oryantalizmden kaçış olarak sunuldu. Yakın tarihin gayrimüslim nüfusunun, şimdilerde de çeşitli Anadolu kentlerinden göçenlerin yaşadığı bu mahalleler travmalı belleği, toplumsal çarpıklığı ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, gelenekselden moderne ve postmoderne geçiş aşamaları ile uluslararası uzmanların değerlendirmesine sunuldu. Büyük ölçüde Atatürk, ulus-devlet, militarizm, Ermeni sorunu üstünden sürmekte olan yakın tarihle hesaplaşma, bienal için üretilen yapıtlara zengin bir malzeme oluşturdu; yerli ve yabancı sanatçılar da ‘durumu kavrama’ becerisini gösterdiler ve kendilerinden beklenen yapıtları ürettiler.

Bienal, İstanbul’un bir türlü üstesinden gelemediği kentleşme sorununu, işgal edilmiş ya da harabeleşmiş azınlık gayrimenkulleri görüntüsü üstünden ayrıntılı olarak uluslararası sanat ortamının gözlem ve eleştirisine açtı. Ne ki, bienal parkuru içinde görünen kent ve insan dokusu o denli gerçeküstü ya da karşıt görüntülerle dolu ki, sanatçıların büyük bir özveriyle deşifre etmeye ve ilginç sandıkları yönleriyle göstermeye çalıştıkları mikro kent ve insan dokusu temsiliyetleri, bu gerçeğin yanında sönük ve sığ kaldı.

Ün yapmış sanatçılardan bir düzinesinin bu tür büyük sergilerde yer alması boşuna değildir. Örneğin Nedko Solakov, Pavel Althamer ve IRWIN gibi deneyimli ve ‘cool’ sanatçılar, Beuys’dan bu yana geliştirilmiş yerleştirme sanatının klasik yöntem ve biçimlerini kullanarak bu tuzaktan kurtulabildiler. Daha doğrusu, kentin görünen dokusu ile hermetik ve karmaşık yapısı arasındaki gerilim alanına girmediler bile. Buna karşın, büyük sergilere katılmanın dayanılmaz hafifliğini üstlerinden atamayan, siyasal eleştirinin dozunu ayarlayamayan, toplumbilimsel araştırmayla sanatçı gözlemciliğini birbirine karıştıran, ‘kısa mesaj’ verme telaşı içinde olan sanatçıların işleri gerçek, temsili, taklit arasındaki belirsizlikte kan kaybetti.

Belgeselci bir dil ağır bastı

İstanbul’da konaklamış sanatçıların İstanbul yorumlarında, yani maket enstalasyonlar, İstanbul fotoğrafları ve resimleri, belgesel videolar ve metinlerde (örneğin Phil Collins, Pilvi Takala, Solmaz Shahbazi, Ruangrupa, Daniel Bozkov, Eric Göngrich, Mario Rizzi gibi) belgesel ağırlıklı doğrudan işaret etme ve gösterme dili ağır bastı. İstanbul ile doğrudan ilişkili olmayan, ama bölge siyaseti ve kültürü üstüne yorumlar içeren yapıtları (Wael Shawky, Yaron Leshem , Yochai Avrahami, Smadar Dreyfus, hâlâ Elkoussy, Ahlam Shibli, Yael Bartana, YZ Kami gibi) hangi kategoride değerlendirmek gerekir? Bunlar ya hazır yapıtlar olarak sergiye alınmış ya da İstanbul Bienali’nin yaşadığımız sorunlu bölge açısından bir sorumluluk taşıdığı düşünülerek… Bu bağlamda sanatçı seçimi, zoraki bir Filistin-İsrail dengelemesini işaret ediyordu. Artık ‘milli takım’laşan Türkiye sanatçıları, ‘gelişmekte olan ülke karma sergisi’ görünümündeki Hafriyat ve Serbest Vuruş sergileri yerel sanat ortamının kısırdöngüsünü yansıtmaktan öteye gitmiyordu.

Genelde, ulus-devlet sonrası söylemler, sürmekte olan sınıfsal farklılıklar, tüketim ekonomisinin etkileri, sanat yapıtının küresel kapitalizm ve karşıtı söylemler arasındaki çekişmede bir araç gibi kullanılması, mikro kimliklerin ‘çokkültürlülük’ söylemiyle eritilmesi gibi küresel sorunlar birbirine benzeyen, küresel elektronik imgeleri taklit eden yapıtlarda bir kez daha gündeme geldi. Sanatı bu yalınlıkta ve kolaylıkta izlemek isteyenler için bu bienal kusursuzdu. Daha çetrefil beklentileri olanlar için prodüksiyon özensizliği, yapıtlardaki estetik yoksunluğu, kentin gösterdiği ile yapıtların gösterdiği arasındaki kopukluk sıkıcı ve düşündürücüydü.