2010 kültür başkenti macerası

Radikal Kültür Sanat

27/01/2007

Sanatçılar, sanat örgütleri, İstanbul 2010 bütçesinin ayrıcalıklı kişi ve kurumların tekelinde olmasına ya da har vurup harman savrulması olasılığına karşı gerekli tepkiyi göstermeli

Yaklaşık bir yıldır gündemdeki yerini koruyan İstanbul 2010 için toplantılar yapılırken o tarihe kadar köprülerin altından ne sular akar Türkiye’de diye düşünüyordum ve Hrant Dink suikastıyla temizlenmesi olanaksız bir kan aktı.

Şimdi İstanbul 2010 ne kadar inandırıcı olacak? Hrant Dink’in Agos gazetesi önünde yüzüstü topluma sırtını dönmüş olarak uzanan cansız gövdesinin görüntüsüne karşılık hangi kültür görüntüsü kullanılacak?

İstanbul 2010 toplantılarına katılanlar projeyi savunmak, eleştirmek, gerekirse karşı çıkmak ve toplumda konuyla ilgili bilinç yaratmak için konuştular. İstanbul’da bu tür toplantıların ve tartışmaların etkisi çok zayıf, sözlerimize kulak asılmıyor. Türkiye’de uzmanlar/danışmanlar genelde ‘aksesuvar’ olarak kullanılıyor.

İçinde eleştirellik olmayan danışmanlığın işlevi zaten geçersizdir. Eleştiri işlevinin göz ardı edilmesi, ya da görünüşte kabul edilip gerçekte yok sayılması kültür sanayiini tümüyle içeriksiz ve söylemsiz bir eğlence sektörüne dönüştürüyor. Adorno her şeyi söyledi. Ondan söz edince modernist, olumsuz ve uyumsuz damgası yemeyi göz almak gerek. Ne ki Adorno vardır! Bu nedenle yine olumsuzluklardan söz edeceğim:

Kültürün aslı, içeriği, söylemi, ideolojisi ile biçimi, uygulaması, düzenlenmesi ve yapımı birbiriyle çelişiyor, Türkiye’de genellikle. İçerik olarak topluma hizmet etmesi gereken bir olay dönüp dolaşıp işi uygulayanın çıkarlarına hizmet eder duruma geliyor. Son dönemde bu özel sektörün ve özel sektörle işbirliği içindeki sivil örgütlerin başlıca eylem biçimi oldu. Oysa sivil örgütlerin toplum ve kamu yararına çalışmaları gerekir. Özel sektör kendi markası için çalışabilir; ancak bu iş için kamu kaynaklarını ve örgütlerini kullanma hakkına sahip değildir. Kendi kaynaklarını kullanmalıdır.

İstanbul 2010 için çalışmalara başlarken herkesin kapalı kapılar arkasında yakındığı ama bu tür toplantılarda dile getiremediği çarpıklıkları ve çıkar düzeneklerini temizlememiz gerekir. Kültür ve sanat alanı sis ve pus kaldırmaz! Siyaset, özel sektör çıkarları ve parasal güdümlemelerden temizlenmiş bir biçimde çalışmadıkça kültür sanayiinin verimi (ekini) yaratıcı insanlara, yaratıcı enerjiye yönlenmez, dönüp yine sanayicinin, siyasetçinin ve onların aksesuarları olan kültür işletmecilerinin cebine girer.

Nitekim Türkiye’de şimdilerde bu iş resmi ve özel düzlemde böyle seyretmektedir.

Gerçekte kültür sanayiinde çalışan bütün uzmanlar, ücretliler, taşeronlar, sivil örgütler kültür sanayiinin çarpık düzeni içinde ezilen kişiler ve gruplardır. Kısa bir süre için parlayabilirler, zengin olurlar ancak yazgıları işverenlerin elindedir ve durum her an değişebilir; çünkü Türkiye’de kültür sanayii işvereni Avrupa’daki gibi kültür sanayiinin özünü oluşturan ‘burjuva kültürü’ne ve ‘mesenlik’ karakterine sahip değildir.

Özel sektör aktörlerinin kültür ve sanatın oluşumuna müdahalesi ‘kitsch’ üretir. Bugün kitsch, tüketim sanayiinin başlıca yaratıcılık alanı olduğu için Türkiye’de kutsanmış ve dokunulmaz gibi gösteriliyor; bu postmodernizmin tersten okunmasının sonucudur. Eğlence kültürü, popüler kültür yüksek kültür karması bugün özel sektör ve resmi kültür politikasının melez ürünü olarak eleştirel kültürün önünü tıkamaktadır.

Çağdaş sanat üretimi içinde popüler kültür ve kitsch öğelerinin kullanılması ve dönüştürülmesi başkadır; eleştirel kültüre kitsch’i ve popüler kültürü bir örtü gibi sermek başka bir şey. Sanat liberal ekonominin dümen suyunda gittikçe reklama dönüşür. Uluslararası sanat ortamında geçerli olan yapıtların birinci özelliği küresel kapitalizmin eleştirisini içermesidir.

İstanbul kültür ortamı parçalanmış, bölünmüş, adalaşmış bir görüntü yansıtıyor. İstanbul Türkiye’nin adalaşmış kültür kenti; Beyoğlu, Şişli ve biraz da Kadıköy ilçeleri İstanbul’un adalaşmış kültür merkezleri.

Nişantaşı’nda sanat başka Eyüp’te başka. İstanbul 2010’da ana konu bu iki ucun bir uzlaşma düzleminde, ortak paydada buluşması olmalıdır. Devlet ve yerel yönetimler arasında bile söylem eşgüdümü görülmüyor. Özel sektör, devlet ve yerel yönetimler genelde konunun gerçek uzmanı olmayan ücretlilerle işini yürütüyor ve tümüyle gösterişe, tanıtıma odaklanmış durumda. Kültür/sanat etkinlikleri ancak belirli bir kitleye (varsıl gençlik, yüksek ücretliler, beyaz yakalılar v.b. üst toplum kesitleri) ulaşıyor.

Türkiye’nin heykellerin kırıldığı, Nobel ödülünün sindirilemediği, sanat ancak reklam raketlerinde gösterildiğinde kitleye ulaştığı görünümde olduğunu unutmayalım. Financial Times İstanbul Bienali’ni över ama Bienal dönüyor dolaşıyor Beyoğlu’ndan öteye gidemiyor! Türkiye’de Bienal gibi bir etkinliğe yapıt üretecek olan sanatçı yoksuldur! Financial Times bir de sanatçı yoksulluğunun araştırmasını yapsın, derim.

Manzara böyleyken aylardır İstanbul 2010 musluğunun başına hangi grup geçecek, artistik komite kim olacak tartışması yapılıyor. Bu tartışmaların sonucunda da son derece çapraşık, bürokratik, güdümlemeye açık ve gücü tekelleştiren bir organizasyon yapısı öneriliyor. Para kaynakları açılacak ve her zaman olduğu gibi kapanın elinde kalacak korkusu etrafa sinmiş durumda. Medya, reklam, fuarcılık alanında ve eğlence sektöründe iş yapanlar ve bürokratlar bilmedikleri alanda karar verici oluyor.

İstanbul 2010 için serbest bırakılacak bütçelerin ayrıcalıklı kişi ve kurumların tekelinde olmasına ya da har vurup harman savrulmasına karşı çıkmak gerek. Sanatçılar, kültür ve sanat örgütleri: Zaman birleşme ve eylem zamanıdır. Geç kalmayın!

Halil Nalçaoğlu ne kadar da doğru söylüyor: Kültür kavramının günümüzde kazandığı itibarı kuşkuyla karşılamalıyız. Bunun en temel nedeni politik olarak çok güçlü olan bu kavramın ontolojik zafiyetidir

(Nalçaoğlu, Kültürel Farkın Yapısökümü, Phoenix, 2004)