Sanatçı, galerici, koleksiyoncu ilişkileri

KOÇAN: Yan1ış anlamadıysam, siz koleksiyoncuyu tanımlarken sürekli, kesintisiz alma faktörünü getirdiniz ve zaman içerisinde de koleksiyoncuya bir bilinçlenme süreci önerdiniz. Bu bilinçlenmenin içinde danışmanlar kullanmak, başka disiplinlerle ilişki1er kurmak gibi elemanlar da var mı?

BEZMEN: Şart. Tabii var.

KOÇAN: Galericiler, dediniz ayrıca, sanatçıyı ve koleksiyoncuyu yönlendirecek. Sanatçıyı yönlendirme fikrini tam olarak anlayamadım. Yani sanatçı, üretirken galerici tarafından yönlendirilmesi gereken biri mi?

BEZMEN: Tabii, çünkü sanatçı piyasayı nasıl bilecek? Bu işin ticari yönü de var. Güzel bir şey yapmak gerekiyor ki, onun güzel olduğunu bilen biri parayı bastırıp alsın, o işi kabul  etsin. Hayatin hiçbir alanında insan kendi kendine gelin güvey olamıyor. O durumda galerici bazı ipuçları ve yönler veriyor, en başta dünya hakkında.

KOÇAN: İlham kaynağı mi oluyor bu anlamda galerici?

BEZMEN: Bilemeyeceğim ama ilham kaynağı olması pek o kadar mümkün degi1miş gibi geliyor. Ama biraz ticari danışman olmalı sanatçıya. Galericinin şu resmi şöyle değil de böyle yap demesi biraz abes olur da, ticari danışman olabilir. Koleksiyoncuya biraz sanat danışmanlığı, sanatçıya da biraz ekonomi danışmanlığı yapabilir diye düşünüyorum.

MADRA: Ben Haldun Dostoğlu ve Halil Bezmen’in sözlerini büyüteç altına almak istiyorum. Bunlar, ayrıntılı biçimde incelenmesi gereken konular. Şöyle düşünüyorum: Bütün bu olay kapitalist düzenle ilgili. Sanatçı, galerici, koleksiyoncu ilişkisinde bugün uluslararası sanat ortamındaki gerçek, Haldun Dostoğlu’nun dediği gibi, “sanat pazarı” şöyle açıklanabilmektedir:

Kapitalist toplumda sanatçı hem üretkendir, hem üretken değildir. Üretkendir, çünkü kendi işgücüyle kapital için bir değer üretir. Üretken değildir, çünkü üretimi kazançtan ödendiği için, bir hizmettir. Üretken olduğu için kapital için bir tözdür, kapitale bağımlıdır. Üretken olmadığı için, hizmet verdiği için kendisine göreceli bir bağımsızlık sağlar. Bu bağımsızlık görecelidir, çünkü gerçekte onun üretken olup olmadığını da kapitalin sahibinin çıkarları saptar. Yirminci yüzyıl boyunca sanatın durumu bu ilişkiyi doğrulamıştır; sanatçı bu gerilim içinde yaşamaktadır.

Burada şöyle bir mantıkla karşı karşıya kalıyoruz: Kapitalin dönüşümü içinde yer alan sanatçılar toplumun zenginliğinden yaşarlar, dolayısıyla ilerlemek istiyorlarsa yatırımcıyı kazanmaları, iknâ etmeleri gerekir. Öte yandan göreceli bağımsızlığı sanatçıyı böyle bir zorunluktan göreceli olanak kurtarır. Göreceli bağımsızlığın salt bağımsızlığa izin veren dar alanı sanatçının bilinçlenme ve özgürlük alanı, kapitalin de ideoloji kazanma alanıdır. Kapitalin kazandığı ideoloji toplumun ideolojisini temsil eden. Daha da geniş ifade edersek, toplumun kimliğidir bu. Kapitalist toplumu yönetenler (devlet ye kapital sahipleri) bu gerçeği iyi bilmelidirler. Bir toplumun kimliği, sanatçının bu denli kısıtlı bir alandaki özgürlüğünden doğmaktadır.

Geç kapitalist ülkelerde kapitalin bu özgürlük alanını gittikçe daraltması, aydınları, düşünürleri ve sanatçıları telâşa düşürmektedir. Sanatın, kapitalin denetlediği bir ürün olması söz konusudur. Özellikle 1960’dan bu yana ABD ve Avrupa’da ge1işen akımlar bu gerçeğe karşı çıkış olarak değerlendirilebilir. Ancak, bütün karşı çıkışların, pop sanat, minimal sanat, kavramsal sanat, neo-geo ve diğerlerinin ortaya çıkış nedenleri, söz konusu özgürlük alanını biraz daha genişletmek olsa bile, bir sure sonra göreceli bağımsızlıklarını da kapitalin çıkarları karşısında yitirmişlerdir. Burada ortaya çıkan sonuç şudur: Göreceli bağımsızlığından özgürlük alanında üretilen yapıtlar bir ülkenin kimliğini yansıtan yapıtlardır; ancak, bunlar hemen bu özgürlük alanının dışına çıkmaya da mahkûmdurlar. Öyleyse yapıtların önem anı çok kısadır, bu yapıtları ayıklamak güçtür, uzmanlık işidir. Bu nedenle geç kapitalist ülkelerde kimlik yitirimini göze alamayan kapital sahipleri bu işin ayıklanmasını uzmanlara bırakmışlardır.

Kapitalizmle olan ilişkisini sanata dönüştürebilen bir sanatçıdan, Andy Warhol’dan, örnekler vermek istiyorum. Warhol, sanatın bağımlılığı ve bağımsızlığı üzenine ilginç düşünceler üretmiş ve bu düşüncelerin tümü de hiçbir noktada çözüme ulaşmayan çelişkiler içeriyor. Warhol şöyle diyor: “Sanatçı, insanin gereksinim duymadığı şeyleri üretir. Her nedense, sanatçı onlara [insanlara] bin şey vermenin iyi bir düşünce olduğunu düşünür.” Bu, sanatın bir fazlalık olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca. insanlara gereksinim duymadıkları bir şeyi vererek onlarda istekler uyandırıyor. Burada insanlara sunulan, cazip olması gereken bir mal var. Ve adeta, insanlara bir uyuşturucuyu sunmak gibi bir şey bu; gereksinim yok ama sunulan şey insanları çekebiliyor. Bu bir psikoloji; yani, insanların normal olarak kullanmadığı bir şeye karşı yoğun istek gösterme psikolojisi. Warhol düşüncesini şöyle sürdürüyor: “Boş alan hiçbir zaman boşa gitmemiş alandır. Boşa gitmiş alan, içinde sanat bulunan alandır.” Tuhaf, çelişki1i sözler. Sanat yapıtının ne denli bir boş alan içinde bulunduğunu ortaya koyuyor. Andy Warhol şöyle bir ayrım da yapıyor ve, İngilizce olarak, art-art ve business-art ikilemini öne sürüyor. Yani, “sanat-sanat” ve “iş-sanat” ya da “sanat-iş” tütünden bir ayrım yapıyor.

            Art-art bu boşa giden alanda yaratılıyor. Ve sanatçı, bu tür sanatı, boşa giden alana hiç aldırmadan yaratıyor. Fakat öte yandan art-business bu boş alanı, alım satımını gerçekleştirmek için, gerçekçi bir biçimde kullanıyor. Bu alanı doğru dürüst kullanmayan art-business, “business” dışında kalıyor. “İşi iyi yürütmek,” diyor Warhol, “en cazip sanattır.” Bütün bunlar kuşkusuz çelişkili sözler. Ancak, Warhol bu düşüncelerini sanata dönüştürdüğü için bu çelişkinin içinden çıkabilmiş bir sanatçı.

Biz bugün ülkemizde bu süreci daha tam olarak yaşamıyoruz çünkü biz daha geç-kapitalist döneme girmedik. Ama görüyoruz ki, bizde de bugün sanatta, Haldun Dostoğlu’nun söylediği gibi, en heyecan verici yönü parasal boyut oluşturuyor. Müzayedeler, galeriler ve koleksiyoncular arasındaki kulak gazetesi ve basın, bu boyutu bilinçsizce körüklüyor. Bu ortamın etkisi altında kalan kimi sanatçılar da sanat pazarı eksperi gibi davranmaya, danışmanlık yapmaya ve bir çeşit sanat müteahhitliğine baş1ıyorlar. Sanatçı açısından bu kesin bir yabancılaşma doğurabilir. Ve doğuruyor da. Burada sanatçının temel gereksinimi sanat olmaktan çıkıyor, Andy Warhol’un söylediği gibi, art-business oluyor. Sanatçının bu ayrımı çok iyi yapması gerekiyor. Eğer sanatçı olaya art-art ve art-business arasındaki çelişkiyi çözümlemek üzere yaklaşıyorsa bu doğru bir yol olabilir. Ama bu arada art-art’ın art-business’a yenilmesine engel olmak da gerekiyor.

Burada, soruna büyüteç altında bakmaya çalıştım ama gerçekten de, mesele, sanatçı-galerici-koleksiyoncu ilişkileri konusu, o kadar kolay çözümlenecek gibi değil. Bence ince düşünülüp titizlikle ele alınması gereken bir konu. Ve tabii bu üç olgunun dışın başka olgular da var. Burada bunlara özellikle değinmemiz gerekiyor. Bilmiyorum, şu anda, örneğin, salonda Kültür Bakanlığı’ndan bir temsilci var mı? Biz burada önemli bir konuyu tartışıyoruz ve acaba Kültür Bakanlığı bu konuya ilgi gösteriyor mu? Böyle bir pazar var. Büyük bir sanat üretimi var. Bit koleksiyoncu kitlesi oluşmaya başlamış. Bir müze oluşturmak söz konusu. Çeşitli çevrelerde bu konular türlü nedenlerle tartışılıyor. Bu arada devletin durumu ne? Türkiye’de sanatın bugünkü durumu karşısında devletin oluşturduğu sanat politikası nedir? Bu, bizim için halen bir soru işareti. Belki de hiç yok böyle bir politika, onun için rastlamıyoruz. Bunun radikal biçimde ele alınması gerekir. Çünkü kapitalist düzeni yöneten bir devlet var ve bu devletin bugün bu kapitalist düzen içinde bu sanatın ne olduğunu, bütün bu ilişkilerin nasıl çözümleneceğini araştırması gerekir.

Ayrıca, müzelerin kurulması gerekiyor; bir değil birkaç müzenin kurulması gerekiyor; Anadolu’da müzelerin kurulması gerekiyor. Çünkü ülkede büyük bir sanatçı potansiyeli ve büyük bir sanat üretimi var. Bu sanat üretimi görünmüyor. Koleksiyonlarda, depolarda duruyor; sergilerde bir görünüp yine ortadan kalkıyor. Eğer ulusal bir sanattan ya da uluslararası ortama çıkmak üzere olan bir sanattan söz ediliyorsa, bu sanatın tümel olarak bir yerde görünmesi lâzım.

Bir başka konu da, bugünkü sanat ortamının bilimsel altyapısının olmaması. Eleştirmen ve sanat yazarları ancak dergilerde, kısıtlı sayfalarda, medyada kısa yazılar yazıyorlar ve bunların konuları güncel oluyor. Türkiye’deki çağdaş sanat konusunda gerçekçi bir araştırma yok. Oysa ki 1945’ten bu yana, yani İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemden bugüne kadar ilginç bir gelişme var Türkiye’de. Bu henüz belgelenmiş değil. Yani, birkaç sanat yazarının, birkaç sanat eleştirmeninin, hattâ bilgisayarın beyninden süzülüp geçerek topluma yansıtılmış değil bu olay. Son elli yılın sanatına bakmak için kimsenin elinde doğru dürüst bir kaynak yok. Herkes dergilere vesaireye bakmak zorunda. Oysa uluslararası sanat ortamında binlerce cilt kitap var. Her sanatçı için ayrı ayrı yazılmış, ayrıca her ülkenin sanat gelişimi için, o sanat gelişimini analiz eden, evrensel ölçütlere göre o sanatın nerede olduğunu tartışan kitaplar var. Bizim ülkemizde bu da büyük bir eksiklik. Ve bunun giderilmesi lazım. Bunun için de, sanat eğitimi veren kurumların üstünde sanat enstitülerinin kurulması gerekiyor. Bu da devletin ve yatırımcıların yapabileceği bir iş. Yani, yalnız müze kurmakla bu iş olmayacak; müzeye ek olarak sanat enstitülerinin kurutması, sanat üzerine araştırma yapan uzmanların yetişmesi gerekiyor.

Öte yandan, uluslararası ilişkiler bizleri sıkıştırıyor. Birçok galericinin bugün dosyalarında dışarıdan gelmiş mektuplar vardır; projeler vardır ya da kendileri bazı projeleri dışarıya götürmek istiyordur. Bunları hiçbir şekilde gerçekleştiremiyoruz çünkü para kaynaklarımız yok. Ne devlet, ne de spon­sörler bu işe sistemli bir biçimde bakmamaktadır. Dolayısıyla bütün kurulan ilişki ve bağlantılar yarım kalıyor, güdük kalıyor ve sanatçılarımızın bugün en büyük gereksinimi olan uluslararası sanat ortamına çıkış olanakları her geçen gün biraz daha budanıyor. Bütün bunların bence sistematik biçimde ele alınması gerekiyor. Bunun için de işbirliği yapmak gerekiyor. Yani, devlet, koleksiyoncular, sanatçılar, galericiler, basın ve bu işle kim uğraşıyorsa işbir1igi içinde ve örgütlenerek bu işi götürmek zorunda. Aksi halde yirminci yüzyıl defterini zararla kapatmak durumundayız.

Pages: 1 2 3 4 5