Sanatçı, galerici, koleksiyoncu ilişkileri

KOÇAN: İlginç bir  sıra izliyoruz. Sayın Bezmen sorunun koleksiyoncuda olduğunu söylüyor; Sayın Madra ise galerilerin bu anlamda koleksiyoncudan daha iyi durumda olmadığını, koleksiyonların da sorunlu olduğunu söylüyor. Çünkü, diyor Sayın Madra, para/etik-estetik ayrımının ortasında yer alan galeriler belki orta kuşak sanatçılara para sağladılar ama genç kuşak için böyle bir şey söz konusu değil. Koleksiyonlar ise sayısal parasal ölçülere göre oluşturuluyor.

HALDUN DOSTOĞLU: Şu ana kadar söylenenlerden bir sorunun varlığı konusunda hepimizin hemfikir olduğu anlaşılıyor. Bildiğim kadarıyla bu yalnız bizim değil, özellikle yaşadığımız şu günlerde tüm dünyanın sorunu. Bizim sorunumuz, bizimle aynı periferideki ülkelerle çok benzeşiyor. Ancak, bazı sorunlar merkez ülkelerle aynı. Problem, 1990 yazından itibaren giderek büyüdü ve 17 Ocak 1991 günü baş1ayan savaşla doruğa çıktı. İddialar, savaşın ardından yaşananların ve körfez krizinin sanat piyasasını altüst ettiği, bozduğu, deforme ettiği yönünde idi, ki bu tespit büyük ölçüde doğrudur. Fakat bu iddialar bir noktayı gözden kaçırmaktadır: Problem zaten vardı. Savaş yalnızca bunu hızlandırıp sorunların doruğa çıkmasına neden oldu. Savaşla doğrudan ilintisi olmayan İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkeler de dahil olmak üzere, tüm dünyada, A.B.D.’ de galeriler kapandı. Sanat eserlerinin alıcısı aniden alıcı olmaktan çıktı, seyirci haline geldi. Türkiye’de de farklı bir durum yaşanmıyor. Bütün bunların sebebi gayet tabii ki savaş değildi. 1930’ların depresyon döneminde Amerikalı alıcılar Avrupa’dan Amerika’ya empresyonist resimleri taşıdılar. Empresyonist resimler Amerika’ya o dönemde gitti. İkinci Dünya Savaşı’nda, bildiğiniz gibi, Fransa’da önemli ölçüde sanat eseri satın alınıyordu. Hatta birkaç yıl önceki New York borsa krizi sırasında dönemin yuppileri borsadaki hisselerini satarak sanat eseri almaya başladılar. Ama bu kez, körfez krizi sırasında, öyle olmadı. Sanat, geçmiş kriz dönemlerinde verdiği güveni vermez oldu. Peki, ne eksi1mişti, ne o1muştu da sanata duyulan güven yok o1muştu? İşte, meselenin özü, bence, buralarda aranmalı, sadece savaşın ülke ekonomisinde yarattığı sıkıntılarda değil. Bir kere, pazarın çapı çok büyümüştü. Sanat sektörünün dünyada u1aştığı rakamlar çok irileşmişti. Times’ın 1990 Kasım araştırmasında, 1989 yılında dünya sanat pazarında dönen para elli trilyon dolar olarak tahmin ediliyor. Bu, baş1ı başına bir endüstri, baş1ı başına bir ticaret ve her endüstri, her ticarette olduğu gibi muhakkak ve muhakkak spekülatif zeminleri var. Aynı yıl için birkaç galeri olarak araştırıp bulduğumuz bir rakam da şunu gösteriyor: 1989 yılında dünya sanat borsası elli trilyon dolarken, Türkiye’deki toplam ciro beş milyon dolar.

Şimdi, bu son on-on iki yıldan önceki dönemde veya İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan baş1ayarak l970’lerin başına uzanan dönemde, sanatçının, yarattığı eserle ölümsüzlüğe kavuşma gibi bir ideali vardı. Eser, sanatçıyı kültüre mal eder, onu ö1ümsüz1eştirirdi. Bu dönemde sanatçı, mutlak formlarla kaderini dışa vururdu. Oysa günümüzde, özellikle son on-on iki yılda, an, yaşanan an önemli olmaya baş1adı. Anın önemi arttıkça, şu anda olan biten bizi çok sardıkça, öteyi görememeye, ötesine bakamamaya başladık. öteyi algılayabilmek zor gelmeye baş1adı insanlara. Anın fazla önemsenmesi, anın aşırı dozda algılanması bilinçaltında geleceğe verilen önemi de silmeye, onu erozyona uğratmaya baş1adı. Sanatın sadece bugün için yapılması, bu an için icra edilmesi, sanatın uzun vadeli amacının ortadan kalkmasına yol açması gibi bir tehlikeyle de karşı karşıya. Resme, sanat eserine baktıkça haz almak yerine, onun etiketini algılamak gibi bir özelliktir son on yılın hakim olgusu. Son on yılın hâkim sanat olgusu, spekülatif bir sanat pazarının varlığıdır. Ressam neden resim yaptığını unuttuğunda, neden sanat icra ettiğini unuttuğunda, koleksiyoner neden o resmi aldığının ayırdına varamadığında, spekülasyonun boyutu daha da artar. Değer kazanıp sermaye artırma amacıyla sanat satın almak, Beral Hanım’ın çok açık ortaya koyduğu gibi, işin etiğine, ruhuna aykırıdır. Hiçbirimiz bir sonraki yıl değer1enecek diye kitap satın almayız. Tabii, sanat eserinin kitaptan, plaktan çok önemli bir ayrıcalığı var; onun için benzetmeyin çok uzatmak istemiyorum: Sanat eseri tektir. Tekliği, bir taneliği, onun değerini artırır. Eser, sanatçının, hayatının bir döneminde yarattığı tek bit şeydir. Bunun bedeli daima ağırdır. Yunan’dan bu yana daima çok yüksek bir bedel ödenmiştir tek bir tane değerli şeye. Kültür, sermaye artırma güdüsü altındaki bir pazarda ge1işemez. Günümüz sanatının son olgusu, kültürü, sermayenin pazarda artma eğiliminin altına sokmaya doğru itmektedir.

Talebe göre üretim yapılmaktadır. Oysa, talebe göre de kültürel üretim yapılmaz. Öyle bir dönem yaşıyoruz ki, bankacılar sanattan, sanatçılar paradan konuşuyor. Piyasanın yükse1işi anında cazibeye kapılarak pazara giren yatırımcılar uzmansız, danışmansız bir tutum içinde sanat eseri satın almaya başlıyor. Bu nerdeyse benim, “hoşsohbet adamdır, ayrıca sanatseverdir,” deyip, Şakir Bey’i beğendiğim için Eczacıbaşı hisse senedi satın almama benzer. Ki, borsada da, bildiğim kadarıyla, aracı kurumsuz alış yapılmaz. Aracı kurum sizi yönlendirir veya siz direktiflerinizi kuruma verirsiniz, o da sizin direktiflerinize göre a1ış satış yapar, sizden de komisyonunu alır. Sanat pazarında bu tür aracı kurumlar gelişmeye başladı. Sanat pazarında, sanat borsasında yeniyi, ileriyi izleyen, kovalayan, riske giren, estetik rafinasyon ve kalitesini yükselten, estetik rafinasyon peşinde koşan, pazara veya vitrine veya kamuoyunun önüne eser bulup çıkaran galerilerin yerini sanat tacirleri, aracı kurumları almaya baş1adı. Tekrar tekrar söylemekte yarar görüyorum: Dünyada spekülatif bir sanat pazarı vardır. Ve her spekülatif pazarda olduğu gibi bu pazarın da muhakkak iniş ve çıkışları vardır. Fakat ne yazık ki, bütün diğer spekülatif pazarlarda da o1duğu gibi, iniş ve çıkışları önceden kestirmek mümkün olmayabilir. Bu noktalara yavaş yavaş gelinmez, aniden gelinir.

KOÇAN: Burada galericilere biraz daha iyimser yak1aşan bir göz var gibi geliyor bana.

DOSTOĞLU: Var.

KOÇAN: Anın önemli olması düşüncesi de son derece önemli. Ancak, bütün sanatçılar için bu anlamda bir genelleme yapıp pazara doğru, paraya doğru üretimde bulundukları, ya da bütün toplayanların veya bütün galerilerin yerini aracı-tacirlerin aldığını söylemek…

DOSTOĞLU: Dünyadaki hakim olgu bu. Tek tek, ayrıntıya girmeden dünyadaki hakim olguyu anlatıyorum.

NUR KOÇAK: Arkadaşım Hüsamettin Koçan’la beraber bu panelde nasıl bir yol izleyelim diye aramızda konuşurken şöyle bir karara varmıştık: Önce bir durum saptaması yapacak, ardından neler yapılması gerektiğini, durumun aslında nasıl olması gerektiğini konuşacaktık. Konuya nasıl yaklaşacağımı düşünürken en kestirmeden girip, en son söylenecek şeyin en başta söylemeli diye düşündüm. Durum değerlendirmesini yapmak çok kolay aslında. Ben burada, koleksiyoncudan fazla söz etmeyeceğim çünkü sanatçıların koleksiyoncularla pek ilişkisi olmuyor. Ama sanatçıların galericilerle ilişki1eri var ve bu ilişkilerin düzeyi, çizgisi ne diye baktığımda aklıma gelen tek sözcük —ki bu sözcük, ilişki1erin kıvamını çok güzel özetliyor—  “amatörlük.” Gerçekten i1işki1er amatörlük düzeyinde. “İ1işkiler” sözü bile belki yanlış çünkü tam anlamıyla i1işki yok ortada. Sanatçı, sanat olayına amatörce yaklaşıyor. Galerici de olaya amatörce bakıyor. Yani, Beral Madra arkadaşımın söz ettiği ge1işigüze11ik, bence, amatörlük olgusu. Öte yanda, arzu edilen, ulaşılması istenen şey de kesinlikle profesyonellik olmalı. “Amatörlük” derken neyi kastediyorum? Bir elin parmakları kadar az sayıda sanatçı —söz konusu olan burada resim ve heykel olduğuna göre—yaşamını resim ve heykelle kazanıyor. Söylemek istediğimi daha da basite indirgersek, ekmek parasını sanatıyla kazanan insanlar yok gibi bir şey. O zaman ne oluyor? Sanatçı artı öğretim üyesi oluyor; sanatçı artı başka bir şey oluyor. Grafiker olabiliyor, bankada memur bile olabiliyor sanatçı. Dünyadan söz etmiyorum tabii burada; Türkiye’deki görünümü sergilemeye çalışıyorum. Aynı şey galerici için de söz konusu. Bakıyorum Cumhuriyet’in galeri ilanları bölümüne, ilan vermiş olan galerilerin yarısından fazlası ya bir bankanın galerisi ya da bir pazarlama şirketinin. Butik de olabiliyor, yani butik artı galeri olan bir işyeri olabiliyor veya antikacı artı galeri. Bu dutumda ne oluyor? Galerici de ekmek parasını bu işten kazanmıyor. Çabasını, zaman ve enerjisini de ona göre yönlendirmiş durumunda oluyor. Siz serginizi açıyorsunuz, satılırsa ne ala, satılmazsa sergi kapanıyor. Galerici, “zaten sırtımda yumurta küfesi yok ya,” diyor, “ben sırtımı bankaya dayamışım, sigortaya, pazarlama kurumuna dayamışım.” Tabii bunun dışında kalan, sadece galeri olarak iş yapan üç beş tane galeri var, ama bunlar azınlığı o1uştutuyor. Ve bunların yaşam1arını nasıl sürdürebildiklerini de pek bilemiyorum. Sanatçının ise yaşamını nasıl sürdürdüğünü hepimiz biliyoruz. Aramızda rantiye olanlar çok az. çoğunluk ek iş yaparak zaman ve enerjisini bölmek zorunda kalıyor. Koleksiyoncuya da kısaca değinecek olursak, orada da bir amatörlüğün söz konusu olduğunu söylemek durumundayız. Koleksiyoncunun koleksiyonunu hangi ölçüt ve değerlere göre o1uşturduğu anlatıldı. Belli bir çizgiyi izlemeden, “sevdim” dediğini alarak topluyor ki, buna “toplamak” bile diyemeyiz. Türkiye’nin son on-on beş yıldır yaşadığı —buna “burjuva1aşma süreci” diyorum ben dönemde herkes bir ev sahibi oldu, iyi kötü eşya aldı ve sıra geldi o divanin üstüne asılacak güzel bir resim almaya. Resim satın alma düzeyi de bu şekilde gelişiyor. Tabii, çizdiğimiz bu tabloda bazı halkalar eksik. Connaisseur’lük eksik, örneğin, ki buna hiç değinilmedi. On dokuzuncu yüzyılın sonunda ortaya çıkmış bir koleksiyoncu kavramı var. Belki artık geçerliliğini yitirmiş bir kavram bu. Sanatçının atölyesini gezen, atölye atölye dolaşan ve daha ortaya çıkmadan, yani sanat piyasası içine girmeden iş1eri keşfedip, o kokuyu alıp, o işleri görüp değerlendiren, zamanından önce onlara sahip çıkanlar bu connaisseur-koleksiyoncular. Günümüz için herhalde bu tur koleksiyonculuğun geçerliliği yok ama bu da, bir yerde, kavram ve özlem olarak belleğimizin bir yerinde duruyor.

Bunun ötesinde, ilişkiler gelecekte nasıl olabilir. İleriye yönelik ne yapılması gerek? Sanırım ptofesyonel1eşmek başlıca şart; yani, sanatçı, ekmek parasını yaptığı sanatla kazanacak. Galerici yalnızca o sanat ürünlerini satma yönünde çaba harcayacak, enerjisini başka türlü tüketmeyecek ye o işle ayakta kalacak. Koleksiyoncu da bilinçlenecek. Bunun göstergesi de, koleksiyoncunun belli bir akımın ya da sanatçının peşinden gitmesi olacak. Koleksiyoncu daha ortaya çıkmadan o sanatçıyı keşfedecek: O sanatçıyı gözler önüne seren ilk o olacak. Bunun, sanat tarihi içinde olduğu gibi günümüzde de örnekleri var. Sanatçı’nın koleksiyonu, örneğin, kendine özgü bir koleksiyon. Sanatçı, belli sanatçılara merak sarıp onları vaktinden önce toplamış. Minimalist işlere merak sardığında bu tür işler pek para da etmiyormuş. Gidilmesi gereken yol budur.

KOÇAN: Nur Koçak’ın konuşmasından, burada ele aldığımız i1işkilerde Türkiye’de amatörlüğün egemen olduğu sonucu çıkıyor. Bir ikinci sonuç da, sanatçının olduğu gibi galericinin de bir para baskısı karşısında bulunduğu. Kısacası, ilk turun sonunda bir konu açıkça belirmeye başladı. Sayın Bezmen dışındaki üç konuşmacı da paradan söz ettiler. Sayın Dostoğlu’nun söz ettiği “anin önemi,” sanırım giderek para faktörünün ön plana çıkmasıyla yakından bağlantılı. Peki, şartlar böyleyken ve para faktörü bu kadar sorun çıkarıyorken, Türkiye’de kurumsallaşma da tam olmamışken —yani, kimse çıkıp da “Şu, Türkiye’de çok iyi işliyor” türünden bir sav öne süremezken—bu konuda yapabileceklerimiz nelerdir? Türkiye’nin gündemine hangi çözüm önerileri gelebilir?

BEZMEN: Önce birkaç tarif yapalım: Birincisi, koleksiyoncu nedir ve görevi nedir? İfa etmesi gereken yükümlülükler nelerdir? Sonra, galericinin ve sanatçının görevleri nelerdir? “Galerici,” “sanatçı” olmak ne demektir? Koleksiyoncunun tarifi yolunda, bir ev almış, onun içine eşya koymuş bir adamın divaninin üzerine asmak için tablo alması türünden şeyler söylendi. Bu, koleksiyonculuk değil, dekorasyon işidir. Koleksiyonculuk bunun ötesinde bir noktada baş1ar: Ne zaman duvarda resim asacak yer kalmaz ama adam resim almaya devam eder, işte o an koleksiyoncu doğar. Bütün evinin duvarlarını donattıktan sonra, resim asmaya devam etmek için, sırf bunun için, adam daha büyük bir ev alıyorsa; çocuklar büyüyüp evden gittiği halde adam daha büyük bir ev alıyorsa ve hala resim alıp, bu daha büyük mekânın duvarlarına asıyorsa; dekorasyon bitmiş, koleksiyonculuk başlamıştır. Koleksiyoncu olduğu anda da, bu kişi profesyonel olmaya başlar. çizgisini bulmuştur, laf olsun diye resim almamaktadır artık. O kadar çok aldığında, artık bir çizgi yakalamıştır. Galerici ise, her aracının yaptığı gibi, yönlendirme göreviyle yükümlüdür. Galerici burada “uzman kuruluş” konumundadır. İşi bilen, aslında bundan menfaati olmayan, yalnız fikir veren, yani menfaati ancak öbürlerinin başarısından doğan kişidir. Danışmandır. Eğer doğru danışman1ık yapabildiyse, hem sanatçıyı, hem koleksiyoncuyu doğru yönlendirebildiyse, iş1evini yerine getirmiştir. Eğer doğru görebilmişse, “bu ressam çok güçlü olacaktır” demiş ve ressam gerçekten güçlü olmuşsa, o galericinin sırtı yere gelmez. Doğru söyleyip söylemediğinin görülmesi için de galericinin şöyle bir yirmi-otuz sene dayanması lazımdır. iki-üç yıl içinde galericinin değeri ortaya çıkmaz.

Sanatçı ise üreticidir. Sanat eserini belli bir estetik anlayışa ve piyasa talebine göre üretir. Peki, hangi piyasa? İstanbul piyasasına göre mi üretecek, Londra piyasasına göre mi? İstanbul piyasasına göre üretecekse, söz konusu piyasadaki şu estetik an1ayışına göre mi, yoksa bu estetik anlayışına göre mi üretecek? Estetik an1ayışı o kadar lastikli bir şey ki ve ressamlar o kadar değişken ki… Ressamlar yöreden yöreye değişebildiği gibi bir ressam zaman içinde de değişebiliyor. Burada da işte o danışmanın, galericinin yönlendirmesine gerek var. Sanatçı sırf kendisinin güzel ya da doğru bulduğu bir şeyi yapınca bundan haz alıyor ama arada bir de karnını doyurması lâzım. Bu çizgilerin hepsi sonunda galeride birleşiyor.

İkinci adıma geçelim: Sanatın yayılması. Sanatın niye yayılması lâzım? Niye burada toplandık? Tabii, isteriz ki sanatçı arkadaş1arımız başarılı olsunlar ve mutlu olsunlar—çünkü başarı mutluluk getirir; en çok mutluluk getiren şey başarıdır. Sanatçı da, eserleri beğenilirse, başarı1ı ve mutlu olur. Her insan gibi, sanatçının da mutluluğu şarttır. Bu tabii bir gaye, sanatçının gayesi. Bir diğer gaye, divanın üstündeki duvarı boş bırakmamak. O da bir gaye. Adam üç kuruş para biriktirmiş, bununla gidip duvarına bir resim almak istemiş. O da alay edilecek bir şahıs değil, kendine göre bir iş yapmış kişidir. Resim almaya devam ederse koleksiyoncu bile olabilir. Koleksiyoncu olduğu zaman bir çizgisi oluşmuş olacak, giderek uzmanlaşacak ve o da yön verecek. Koleksiyoncu da zamanla, galerici gibi, yön vericiler arasına girer. Tabii, galerici kadar yön veremez ama gibi yön verir. Belirli koleksiyoncuların çizdiği çizgiler yön verir. Ancak bu, her koleksiyoncu için geçerli değildir.

Şimdi öteki konuya gelelim: Bu fonksiyon nasıl çalışacak? Bu uzun, çok uzun bir iş. Herkes nefesini alacak, diyelim, suyun altına dalacak ve boğulmadan karşı kıyıya çıkmaya çalışacak. Bu iş uzun bir iştir; kuşakların işidir. Koleksiyonculuk, bir burjuva âdetidir. Burjuvazi geliştikçe sanat piyasasına para akar. Esas parayı koleksiyoncular akıtır, koleksiyoncular görevlendirir, koleksiyoncular biraz fors, biraz moda yapar. “Bak, filanca şu sanatçıyı topluyormuş” türünden sözler, değerler yayılır. Bunlar iyi şeylerdir. Kullanılan argümanlardır ve galericiler de haklı olarak bu argümanları ku1lanır. Haklı olarak, bunları kullanarak yön verirler.

Tabii koleksiyoncu da aldanabilir. Herkes bir kumar oynuyor. Ve en büyük kumarı sanatçı oynuyor, çünkü o, hayatına oynuyor. Devamlı çalışmasına rağmen bir yere varamamak kumarına oynuyor. Koleksiyoncu, parasını yatırıyor bu kumara. Galericiye gelince, bilemeyeceğim. Onun işi biraz karışık. Hem kendini veriyor, hem de tabii biraz sermayesinden veriyor. Galerici, ikisinin karışımını içeriyor. Ama en ağır riski taşıyan, sanatçının kendisi. Gençliğini, hayatini, her şeyini veriyor ve sonunda başarıya erişemezse… bana sorarsanız, dünyanın en riskli mesleğidir bu. Sanatçılar arasında başarı oranı, işadamlarında olduğu gibi, çok düşüktür. Ama tabii işadamı hiç olmazsa arada bir bir iş alır ama oran çok düşük olabiliyor. Riskli mesleklerdir bunlar. Örneğin bir doktorluk gibi ya da bir avukatlık gibi—devlet memurluğundan bahsetmiyorum zaten—gerek sanatçınınki, gerek işadamınınki riskli işlerdir. Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez.

Zaman içinde neyi bekleyeceğiz? Bu âdetin yayılmasını bekleyeceğiz: Yani, sanatın kıymetli bir şey olduğu, akıllı bir şey olduğu, hayatımızın önemli bir parçası olduğu, sanatsız bir hayat olamayacağı düşüncesinin yerleşmesini bekleyeceğiz. Ben yeryüzünü sanatsız düşünemiyorum ama insanların yüzde doksan beşi sanatın varlığından habersiz ve gayet de güzel yaşayıp ölüp gidiyorlar. Hiçbirinin şikâyeti yok bu durumdan. Ancak, bu duruma karşı yapacak bir şey de yok. O adama, “sen yaşamıyorsun ki!” diyemezsiniz. Bunun çaresi yok; bu bir zaman meselesi.

Böylece örf ve âdet konusuna dönüp geldik. İş, sonunda, annelerin çocuklarına ne öğrettiğine bağlanıyor. Anneler çocuklarına sanatın hayattaki ehemmiyetini öğretirlerse bu sorun üç-beş sene içinde hallolur. Ama bunun için, annelerin yarın sabah bu işe baş1arnaları lazım—da, annelere bu işi kim öğretecek? Ben çözümü böyle görüyorum ve tabii ki zamanla söz ettiğim süreç hızlanmakta. Zaman çok şeyi değiştiriyor, seyahat edenler, dışarı gidenler artıyor ve en başta, bu konu konuşuluyor. Böyle bir panelin olması muazzam bir hadisedir. İnanılmaz bir iştir. Bana, çok değil, üç-beş sene önce, “böyle bir konu konuşulacak ve bu kadar insan bunu dinlemeye gelecek ve sen de koleksiyoncu olarak konuşacaksın,” deselerdi inanmazdım. Yani, çok süratli bir gelişmeyle karşı karşıyayız. İlgi hızla artmaktadır ama tabii hâlâ zamanın getireceklerini özlüyoruz. Tanıtmak, anlatmak, inandırmak ve insanlara bunun mühim olduğunu göstermek lâzım. Hangi sanat dalı olursa olsun, ama bir sanatın hayatimizin parçası olması lâzım. Onsuz, insan insanlığını doğru dürüst tadamaz.

Pages: 1 2 3 4 5