Sanatçı, galerici, koleksiyoncu ilişkileri

Çağdaş Düşünce ve Sanat
Plastik Sanatlar Derneği Yayınları

İstanbul 1991

HÜSAMETTİN KOÇAN: Tartışmaya geçmeden önce sizlere Plastik Sanatlar Derneği (PSD)’nin, faaliyet alanına nasıl baktığına i1işkin bazı şeyler söylemek istiyorum. PSD Türkiye’de sorunlar yoğunlaştığında kurulmuş bir dernektir ve sorunlara iki aşamada bakmaktadır. Birincisi, Türkiye’de sanatın yaygınlaştırılması, ikincisi ise uluslararası ortama açılmanın olanaklarının araştırılması. Bu doğrultuda geniş bir ça1ışma kadrosu o1uşturmaya karar verdik ve düşündük ki, dar yapılar, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, kendilerini geniş1etmedikleri sürece, geniş bir kamuoyuyla ortak1aşa  çalışmadıkları sürece, dar kalırlar. Bizim ise geniş bir amacımız var ve bu amaca u1aşmak için geniş ve deneyimli kadrolarla iş yapmak, sorunların üzerine böyle gitmek gerekiyor. PSD profesyonel sanatçıların üye olduğu bir dernek ama plastik sanatlar alanının sorunları sadece sanatçıların sorunları değil. Galeriler, koleksiyoncular, sanat eleştirisi de bu alanın birikimleri arasında. Onun için, kurduğumuz on beş komisyona bütün bu alanlardan üyeler çağırdık ve bu çağrılarımız olumlu yanıt aldı.

Komisyonlar şu konular üzerine ça1ışmakta:

Yasal çözümlemeler, yani parlamentodan çıkması zorunlu olan yasalar; örneğin, sanatın serbest dolaşımına ilişkin bir yasa. Aslında UNESCO, gerek Floransa gerekse Brüksel an1aşmatarıyla bu yasaya ilişkin çözümlemeler getirdi ama Türkiye anlaşmalara imza attığı halde ne bu yasanın içeriğini biliyor, ne de bundan doğan hak ve sorumluluklarını yerine getiriyor. Nedir bu hak ye sorumluluklar?

Sanatın serbest dolaşımı: Türkiye’deki tüm sanatçılar için özel pasaport talebinde bulunacağız. Bunda kendimizi haklı görüyoruz. Başka bir sorun, vergi bağışıklığı sorunu; yani, pazarın genişlemesi ki, sanat ortamının iyileşmesi için son derece önemli bir faktör. Bunun için “vergi bağışıklığı” diye bir yasanın üzerinde duruyoruz. Bu, ABD’de uygulanmakta olan ve “Kennedy Yasası” diye bilinen yasanın bir benzeri. Tabii bu, hem sanatçı, hem de sanatı satın alan açısından işlev gösterecek bir yasa. Başka bir yasa, kamu yapılarında sanat eserlerinin yer almasına ilişkin. Bu, Fransa’da “Yüzde Bir” adıyla bilinen, Türkiye’de de aslında parlamento gündemine sürekli gelmiş ve her seferinde hemen gözden kaybolmuş bir yasadır. Bunun uzantısında, sanatçı sağlık sigortasıyla ilgili birtakım yasalar olduğu gibi daha ayrıntılı başka yasalar da var.

Sanat alanının iyileştirilmesiyle ilgili çalışmalarımızı ise şöyle düşünüyoruz: Sanat alanı deyince belki akla hemen bit pazar geliyor. Yani, sanatçı üretiyor, sonra bu ürün nereye gidiyor? Ve bu ürünün sonuçları dönüp sanatçıya nasıl geliyor? O açıdan, bu alana odaklaşma gereği duyduk. Bu gereklerden bir tanesi, bugün burada gerçekleştireceğimiz toplantı. Bunun daha sonraki adımı da, temmuz ayı içerisinde gerçekleştireceğimiz Birinci İstanbul Sanat Fuarı. Bu etkinlik, sanırım, “alan”a açıklık getirecek, en azından sorunları tanımamıza yardım edecek. Çünkü, daha önce de belirttiğim gibi, sorunların ne olduğunu bilmiyoruz. Başka bir etkinlik alanı olarak gördüğümüz, Türkiye’de yoğun iletişimle birtakım etkileşimler yaşanıyor; sanat kavramları üzerinde birtakım kargaşalar olduğu düşünülüyor. Dolayısıyla bu kavramlara açıklık getirecek nitelikte konferanslar düzenliyoruz. Ve bu kavramları, daha ileri bir aşamada gündeme getireceğimiz bir yayın programımız var. O da önümüzdeki ay içerisinde çıkacak. Şu anda baskıda. Bu yayının amacı, sanatçılarla ve sanatla ilgilenen kitlelerle haberleşmedeki eksikliği gidermek. Ayrıca, Türkiye her ne kadar dış dünya bağlantıları yoğun bir noktada olsa da, sanat etkinliklerinin uluslararası boyutta izlenmesi hâlâ bir problem. O açıdan, uluslararası etkinliklere odaklaşmak, uluslararası ortamdan seçilmiş bazı örnek ve etkinlikleri çeviri ve başka eklemelerle birlikte kamuoyuna sunmak istiyoruz. PSD’ nin alanını, genel olarak ve belki de bazı yönlerini unutarak —çünkü geniş bir alan bu— çizmeye çalıştım.

Bugünkü konumuz sanatçı, galerici ve koleksiyoncu ilişkileri. Oturumumuzu iki aşamada planladık: Türkiye’de bütün konulara yaklaştığımızda bir gerçekle karşılaşıyoruz. Bir sorun olduğunu biliyoruz ama sorunların kaynak, boyut ve yapılarını bilmiyoruz. Bugün, önce sanatçı, galerici, koleksiyoncu ilişkilerin bir haritasını görelim. İkinci turda da, bu sorunlar için hangi çözümlerin mevcut olduğuna bakalım. Söz sırasını saptarken de, hayattaki sirkülasyon yönünün  -sanatçı-galerici-koleksiyoncu-  tersi bir sıra izlemek istedik. Onun için ilk olarak Sayın Halil Bezmen’den konuşmasını rica edeceğim.

HALİL BEZMEN: Ben bir makine mühendisiyim. Dolayısıyla her şeye bir makine anlayışı içinde bakarım. Söz konusu olan, bir i1işkidir ve bir makinenin dişleri gibi çalışır. Yalnız üç diş1isi yok bu makinenin; her ne kadar sanatçı, galerici ve koleksiyoncu üç ana dişliyi oluştursa da, başka diş1iler de var. Hatta, diş1iden de ziyade, zincire benzetebiliriz. Medya, örneğin; ve özellikle geniş anlamda basın, bu alanda önemli rol oynamaktadır. Müzecilik ve eğitim de öyle. Ama hepsinden, belki eğitimden bile daha mühim olan faktör ise örf ve âdetlerdir. Örf ve âdetlerden de fazla karmaşık bir şey kastetmiyorum; aklımda annemizin bize öğrettikleri var.

Bunların hepsi birbirine bağlıdır. Tabii bütün bu faktörleri temsil edecek kişi1eri burada, bu masanın çevresinde toplamak mümkün değil. Biz bu zincirin üç baklası olarak burada top1anmış bulunuyoruz. “Zincir” bence yerinde bir teşbih çünkü saydıklarımızın hepsi, ya da burada temsil edilen üçü birbirini taşıyıp çekiyor. Biz mühendisler bir zincir gördüğümüz zaman ilk iş olarak o zincirin hangi baklasından kopabileceğini düşünürüz. Bizi endişelendiren konu budur. Şimdi, bu zincirde de aynı şey söz konusu: En zayıf bakla hangisi ise zincirin oradan kopma ihtimali var. Peki, sanatçı, galerici, koleksiyoncu zincirinde zayıf bakla hangisi? Büyük soru bu, Mâlum Türkiye’de sanat diğer gelişmiş ülkelere göre az gelişmiş. Birçok şey gibi sanat da az gelişmiş alanlardan biri. Acaba niçin yayılmadı, gelişemedi? Niçin kök salamadı? Niçin batıdaki seviyelere gelemedi? Bu üç bakladan hangisi ötekileri taşıyamayıp yolda koptu? Üçü eşit kuvvette miydi? Şimdi Türkçe söyleyeyim bunu: Yani bizde sanatçı mi yoktu? Bizde galerici mi az vardı? Yoksa koleksiyoncu mu az vardı? Şimdi burada, hangisinin oyunu bozduğunu çıkarmamız gerek. Oyunu hangisi bozdu? Hangisi yoktu? Herkes bunlardan birini mimleyip ona takı1mıştır. Kimisi, “Ben New York’dan geliyorum, ne galeriler var. Bizde galerici yok,” der. Öteki, Berlin’deki sanatçıları över. Acaba bu üçlünün hangisi en büyük ihaneti yaptı? Herkes gibi ben de bunlardan birini mimledim. Yani, soruyu, sanatçı mi üretmedi? üretti de gösteremedi mi? yoksa koleksiyoncu mu yoktu?” diye sorabiliriz. Bana göre sorunun cevabı çok sarih. Bence Türkiye’de eksiklik veya ihanet veya zayıf bakla, koleksiyoncudur. Koleksiyoncu satın alacak ki sanatçı üretebilsin. CHP’nin devlet sergileriyle bu iş ancak bir yere kadar gelir. Devlet sergisinden öte, bu işe birilerinin para koyması lâzım. İlgi de tek başına bir işe yaramaz. Beğenmek yetmez, beğenilenin satın alınması lazım.

Tarih boyu Türkiye’de koleksiyoncu yoktu. İsterseniz tarihi yerlere gidip, İznik’e örneğin, en eski sanat eserlerimize bakın. Bizde sanatçı her zaman olmuştur. Sanatçı eksikliği çekilmemiştir. Ama sanatçı, genellikle saraya çalışmıştır. Koleksiyoncu yoktur. Büyük problem budur  Yani, Floransa’yı Floransa yapanın, acaba ne kadarı sanatçılardır, ne kadarı koleksiyoncu ailelerdir? Eski Roma’yı Roma, eski Atina’yı Atina yapan sanatçılar mıdır yoksa mesenler mi? Sanatçılık, sanat kâbiliyeti bir genetik hadisedir; yani, kâbiliyet işidir. Ben belki iyi bir sanayiciyim, siz de iyi bir sanatçısınız. Bu kâbiliyet kromozomların içindeki genlerle ilgili. Ben muazzam anti-ırkçı olduğum için bütün insanlarda dağılımın eşit olduğuna inanırım. Bütün memleketlerde eşit miktarda müzisyen vardır; bütün memleketlerde eşit miktarda ressam vardır; eşit miktarda matematisyen vardır, şair vardır. Bu, kromozom dağılımı bakımından matematiksel olanak böyle olmak gerekir. Veya zeki ye daha az zeki adam dağılımı. Ben Hindistan’daki akıllılar-daha az akıllılar oranının Amerika’dakinden farklı olduğuna inanmıyorum. Bütün dünyada bunun dağılımı eşittir. Türkiye’de de kâbiliyet bakımından sanatçı miktarı New York’dakinden daha az değildir. Tarihte talep olduğu zaman sanat yaratı1abi1miştir. Türkiye’de koleksiyoncu olmamıştır. Diyeceksiniz ki, “Resim yapılmıyordu ki, adam ne koleksiyonu yapsın?” Alâkası yok. Bizim koskoca bir hat sanatımız var. Süper kütüphane koleksiyonları oluşabilirdi, süper! Doğru dürüst bir kütüphane bile oluşturamadık; hat koleksiyonları çok nadirdir. Her kuşakta ancak bir-iki tane çıkar. Ayrıca, diyelim ki resim yasaktı, Türkiye’de koleksiyonu yapılacak birçok başka şey, başka sanatlar vardı. Fakat o tür bir ilgi yoktu. Yani, o zincir, koleksiyoncudan kopmuştur. Koleksiyoncu sayısı arttığı sürece sanatın gelişeceğine ben inanıyorum. Darboğaz koleksiyoncudadır.

KOÇAN: Ben şöyle bir şey anlıyorum bundan: Daha zincir kurulmadı. Ancak var olan bir şey kopabileceğine göre ve biz burada bir yokluktan söz ettiğimize göre, daha zincir kurulamadı diyebilir miyiz?

BEZMEN: Kuruluyor da, devamlı koleksiyoncudan kopuyor. O bakla zayıf.

BERAL MADRA[1]: Ben bu i1işkiye şöyle bakıyorum: Sanatçı, galerici, koleksiyoncu ilişki1eninin iki boyutu var. Biri parasal, biri etik ve estetik boyut. Parasal ilişkide etik ve estetik yoktur. Oysa sanatın varlığı paradan önce etik ve estetiğe dayanır. Burada, daha baş1angıçta, büyük bir ce1işkiy1e karşı karşıya kalıyoruz. Bu ce1işki, ilişkinin temelini oluşturuyor. Galerici bu çe1işkinin tam ortasında yer alıyor. Bu çe1işki ya çözümleniyor ya da çözümlenemiyor. Çözümlenirse i1işki bütün taraflara yarar sağlıyor. Çözümlenemezse de, i1işkide bulunan taraflar zarar görüyor. Ancak, bu zarar açıkça görünmeyen bir zarar. Etkileri birkaç kuşağa, hattâ bütün bir yüzyıla yayılabiliyor. Ve şimdi sanıyorum biz, bütün bir yüzyıl boyunca gördüğümüz zararların hesabını çıkarmaya çalışıyoruz. Bütün dünyada olduğu gibi, başka bir yüzyıla doğru giderken, bu yüzyılda ne yaptık, nereye vardık diye konuşuyoruz. Ve son aylarda yoğunlaşan bu konuşma1ar, panel ve sempozyumlar, Türkiye’de bu isteğin uyandığını gösteriyor. Dolayısıyla, böyle bir ilişkiyi çok iyi analiz etmemiz gerekiyor.

 


[1] Beral Madra’nın bu paneldeki konuşması kısmen Anons: Plastik Sanatlar Bülteni 4(1991)i:6’da yayınlamıştır.

Pages: 1 2 3 4 5