Müzecilik anlayışı ve “çagdaş sanat muzesi” üzerine düşünceler

Tasarım Dergisi

Haziran 1991

İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin girişimiyle İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın şemsiyesi altında yak1aşık bir yıldır yürütülen Çağdaş Sanat Müzesinin kuruluş çalışmaları, bugünkü sanat ortamının birinci gündem maddesidir. Günümüz çağdaş sanat üretiminin en önemli gereksinimini karşılayacak olan bu müze konusundaki düşüncelerimizi belirtmeden önce, İstanbul’daki müze olgusunu incelemekte yarar görüyoruz.

Beş yıldızlı otelleri, özel ve resmi kuruluşlara ait gökdelenleri, plazaları ve “galleria”ları ile uluslararası yoğun bir iletişim ye ilişki ağının odak noktası olma sürecine girmiş olan İstanbul, bütün bu yapıların gösterişli mimarisinin egemen1iğine girmektedir. Bu yapılar teknoloji ve tasarımın en yeni ürünleriyle donatılmakta, yerli ve yabancı mimarların, içmimarların ve dekoratörlerin düşgücünün sınırlarını zorlayarak görsel şenlikler sergilemektedir. Bu görsel zenginliğin -ki bu zenginlik büyük ölçüde postmodernizm başlığı altında kitsch ve arabeskle birleşmektedir, ­arkası karanlık bir boşluk olan bir sahne dekoruna mı benziyor diye düşünmekte yarar var. Büyük bir fiziksel altyapı eksikliğinin üstüne kurulan bu hiper-mimari, aynı zamanda büyük bir kültürel altyapı çeşitli kültürlerden gelen (ya da gelecek olan) uluslararası kalabalığına yanıt verecek kültür kimliğinin oluşup oluşmadığı da, bu arada incelenmesi gereken konulardan birisi olarak gündeme geliyor.

 

Kültürel kimliğin önemli bir parçası olan tarihsel müzelerin durumuna baktığımızda, Türk İslam, Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı gibi her yıl yüzbinlerce turistin çiğnediği, gözleriyle tükettiği, devlet bütçesine katkılarından dolayı bakım altında tutulan birkaç müze dışında, bunların geçmiş yüzyılın müzecilik anlayışını sürdüren ölü müzeler olduklarını görürüz. Bunların içinde birisinin durumu ise akıllara durgunluk verecek kadar “vahim”dir! Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nde Atatürk’ün emriyle kurulmuş alan Resim ve Heykel Müzesi. 80’li yıllarda Mimar Sinan Üniversitesi, yine bu yıllarda kurulan müze derneğinin kamuoyunda yarattığı ilgi sonucunda, bu müzenin mülkünün değil ama yönetiminin kendisine ait olduğunu anımsayarak, müzenin adının başına MSÜ takısını taktı. Bu müzenin en önemli çelişkisi de budur. Mülkü, Milli Saraylar Daire Başkanlığı’na aittir, ayrıca girişi Beşiktaş Kaymakamlığı ve Trafik Şubesi bahçesinde yer aldığı için yıllardır içeriye izin alınarak girilir. Yönetim kadrosu ise MSÜ tarafından belirlenmiştir. Bu müzenin bağımsız bir bütçesi olmadığı gibi, MSÜ’ de bu konuda son derece cimri davranmaktadır. İki sahipli bir malın yürekler acısı durumunu bütün boyutlarıyla yansıtmaktadır, bu müze. İçindeki koleksiyonların ne durumda olduğunu bazı meraklı kişiler, bir yolunu bulup incelemiştir. Koleksiyonlar, zemin katında geniş bir depoda -korunmaktadır diyemeyeceğiz- durmaktadır. Yangın tehlikesinin büyüklüğü karşısında, bu müzeyi yönetenlerin geceleri nasıl uyku uyudukları, anlaşılır gibi değildir. Müze 80’1i yıllarda dıştan göstermelik bir onarım geçirdi. İçerde ise zaman zaman müze derneğinin, topladığı bağışların gelip geçici onarımlar yapıldı. Yine de bu müze birçok büyük sergi için kullanıldı, 1. ve 2. İstanbul Bienallerinde önemli sergiler için kullanıldı. Çünkü, bu müze İstanbul’un tek modern sanat müzesidir.

Modern sanat müzesidir ve içinde bugün müzayedelerde 100 milyon ile 2 milyar arasında satılan, ülkemizin 20. yy ilk yarısının sanat kimliğini oluşturan resimler bulunmaktadır. Bu kimliğin 20. yy sonundaki gelişmiş müze teknolojisi ve sistemiyle korunmaması kimsenin umurunda değildir. Bu konuya köktenci bir ilgi göstermesi gereken resmi ve özel kuruluşlar, sanat çevreleri, müzenin yeniden halka açıldığı 1979’dan bu yana bu açık başarısızlıklarını görmezliğe gelmekte ve gerçekçi bir özeleştiri yaparak bu durumu düzeltmek için çaba göstermemektedirler. Her şeyden önce bu müze iki başlılıktan kurtarılmalı, ya Milli Sarayların malı ya da MSÜ’ nün malı olmalı, özel kuruluşlardan destek alarak bağımsız bir bütçeye kavuşturulmalıdır. MSÜ, bu müzeyi ele geçirmeyi başarırsa, kendi eğitim sistemi içine alıp, büyük bir gereksinim olan çağdaş müzecilik eğitimi için bir uygulama alanı olarak kullanmalıdır.

Resim ve Heykel Müzesi, Türkiye’deki gelişmemiş müzecilik anlayışının en kötü örneğidir. Burada, yine turistik önemleri dolayısıyla özen gösterilerek işletilen birkaç müze dışında, Türkiye’deki müzeciliğin çok önemli sorunları olduğunu izlemekteyiz. Bu sorunların başında kuşkusuz, kültür kimliğimizi oluşturan etkenlerin iyice belirlenmemiş olması gelmektedir. Bu etkenler, geleneksel-tarihsel-bölgesel sanat ve kültür mirası, modern sanat eğitimi ve 20. yy kültürü, tüketim ekonomisinin oluşturduğu kitle kültürü ve kitle iletişim araçları ağıdır. Geleneksel-tarihsel-­bölgesel sanat ve kültür ile modern sanat eğitimi ve kuramları birleştiğinde grafik sanatlar ve tasarım; geleneksel-tarihsel-bölgesel sanat ve kültür ile kitle iletişim araçları ağı birleştiğinde turistik ürünler ve el sanatları; arabesk ve kitsch o1uşur.

Bu etkenleri belirledikten sonra, ortaya çıkan kimlik sonuçlarından hangisinin öncelik kazanması gerektiğine karar verilmelidir. Eğer yüksek sanat, grafik sanatlar ve tasarıma öncelik tanıyacaksak, bu üst olguları turistik ürünler, el sanatları ve arabesk-kitsch ikilisine yedirmemek başlıca amaç olmalıdır. Kitle iletişim araçlarının ve tüketim ekonomisinin denetiminde olan bu alt olgular, gerçek kültür kim1iğini sürekli erozyona uğratması, bugün içinde yaşadığımız kimlik bunalımının ağır koşullarını yaratmaktadır. Bu bunalım, hiper-mimarinin kitsch-arabesk ikilisinin egemenliğine girmesinde, kültür ve sanat odaklarının çağın gerisinde kalmış olan yapılarında, sanat ve kültürü besleyen bilimsel altyapının zayıf1ığında bütün boyutlarıyla yaşanmaktadır.

Bir ülke kimliğinin görsel ve nesnel kanıtını oluşturan müzeler arasında, en ön sırada yer alan çağdaş sanat müzeleri geç kapitalist ü1kelerin gösteriş ve gurur simgeleri olmaktan öte, bu ülkelerin halkları için geçmişteki katedrallerin yerine “kutsal mekan” işlevini taşıyorlar. Bu denli yücelik taşıyan varlıkları, bir yandan da gittikçe uzmanlaşan mega sis temler olarak, devlet bütçelerini ve sanat politikalarını zorluyor.

Bu ülkelerdeki çağdaş sanat müzeleri, kapitalist sistem içinde bağımsızlık ve bağımlılık arasındaki ikilem üstünde oturuyor. Müzelerin, sanatın gelişimine koşut sağlıklı bir ortam yaratabilmeleri için, özgür ve bağımsız olmaları önemli bir koşul olarak öne sürülürken, bu bağımsızlığın sınırları da yönetim kurulları, bürokratlar, maliye-turizm-kültür bakanlıkları, yerel yönetimler, bürokratlar, denetçiler, hesap uzmanları, bağışçılar ve sponsorlar ile çevrilerek, kısıtlanıyor. Kuşkusuz geç kapitalist ülkelerde bu ilişki ağı nesnel ve bilimsel kurallar ile işlerliği bozmayacak bir sisteme oturtularak kuruluyor. Bizim gibi, gelişmekte olan, geç kapitalizme adım atmakta olan ülkelerde, böyle bir sistemin kurulması hiç kolay değildir. Bu bağlamda, ülkemizde kurulacak olan çağdaş sanat müzesinin, kuruluş altyapısındaki kişi ve kuruluşların durumu, müzenin yazgısını belirleyici olacaktır.

Bu kişi ve kuruluşlar, her şeyden önce yukarıda tanımını yapmaya çalıştığımız kimlik durumunu iyi tanımalı, gerçeklere ve sorunlara irdeleyici, çözümleyici bir yaklaşımla eğilmeli, özellikle de, kimliği oluşturan ögeler arasındaki çatışkıyı körükleyici kararsızlıklardan ve ödünlerden kaçınmalılar. Müzenin durumunu belirleyici olan bu koşular, müze sahipleri ve yönetiminden, bugün Türkiye’de izine az rastladığımız kişisel ve toplumsal özveri, özeleştiri ve akılcılık beklemektedir.

Geç kapitalist ülkelerde müze mimarisi 1975’den bu yana büyük gelişmeler göstermiştir. Danimarka’da Lousiana Modern Sanat Müzesi, Paris’te Pompidou Sanat Merkezi, Bordeaux Çağdaş Sanat Müzesi, Nis Çağdaş Sanat Müzesi, Grenoble Magasin/Çağdaş Sanat Merkezi, Lyon Elac Çağdaş Sanat Merkezi, St. Etienne La Terasse Modern Sanat Müzesi, Berlin’de Hamburger Bahnhoff ve Martin Gropius Bau, Köln’de Ludwig Müzesi, Münih’te Neue Pinakhotek, Floransa’da Prato Müzesi, Torino’da Casteilo di Rivoli gibi son 15 yılda yapılmış ya da restore edilmiş daha birçok müze Avrupa’daki müze mimarisine önemli örnekleridir. Bu müzelerin mimarisi ile sanat gelişmeleri arasında organik bir bağ olduğu gibi, büyük bir rekabet de vardır. Sanat yapıtının özellikle 1960’dan sonra uzaysal bir mekana, 1980’den sonra da

uzayın ötesindeki kara delik mekanına talip olması, müze mimarisindeki mekan anlayışını da belirlemiştir. Sanat yapıtları ile müze mekanı arasındaki ilişki, yapıtın mekanın boyutlarını hiçe sayması ile mekanın yapıtın kavramsal boyutlarını içermesi arasındaki gerilimde yaşamaktadır. Bu bağlamda, mimarın günün sanatıyla derin bir hesaplaşmaya girişmesi kaçınılmazdır.

Türkiye’de müze mimarisi deneyimi yoktur, iş hanı ve otel deneyimi vardır. Yazının başında tanımladığımız hiper-mimari iş hanı ve otel yönünde gelişmiştir ve bu hiper-mimari içinde kültür binalarına henüz yer verilmemiştir. Bu otel ve iş hanı hiper mimarisi için de günümüz sanat olgusunun örneklerine de yer verilmediği için, mimarların günümüz sanat gelişmeleriyle de ilgileri olmadığı açıktır. İyimserlik göstererek, sanat yapılan bu yapıların içine giriyor, desek bile -ki bu  çok küçük ölçüde gerçekleşmektedir- bu rastlantısaldır ve dekoratif amaçlar içermektedir. Duvarların rengine, mobilyaların stiline göre yapıt arayan mimarların çoğunlukta olduğu gözlemlenmektedir. Mimarların, sanat yapıtı ile mimari arasında daha tasarım aşamasında bir ilişki kurmaya çalıştıkları henüz görülmemiştir.

Ülkemizdeki sanat gelişmeleri ile mimarlar arasındaki bu kopukluk, kimlik bunalımının ve bugün sanat ortamı ile sanat pazarının içinde bulunduğu karmaşanın bir parçasıdır. Bu karmaşayı kısaca özetleyelim.

Sanat ortamının ve pazarının alt-üst tabanını belirleyici bilimsel bir değerlendirme ve uluslararası düzeyde bir karşılaştırma yoktur. Pazara ve izleyicinin önüne çıkan yapıtlar yalnız coğrafi sınırlar içinde alıcının beğenisiyle ve alıcıya kabul ettirilen beğeni ile değer bulmaktadır. Bu çarpık bir değerlendirmedir.

Gerçek sanat yapıtı ile sanata benzeyen ürünler sanat başlığı altında sunulup kabul edilmektedir. Sanatçılar, sanat eleştirmenleri ve sanata yakın kişiler arasında bile bir ilke, amaç, yöntem birliği kurulamadığı için sanat ortamını yaratan bu kesim, kendi dışındaki güçler tarafından yönetilmeye boyun eğmektedir.

Uluslararası ilişkiler zayıftır, kurulanlar varsa bile bunlarda kararlılık, süreklilik gösterilmediği için hedeflere ulaşılamamaktadır. Türkiye’de hızla çoğalmakta olan sanat üretimi, karşısında bu üretime kuramsal ve parasal yönden doyum getirecek bir kitle bulamadığı için, bunalım  ve çıkmaza sürüklenmektedir.

Sanat ortamı geçerliğini yitirmiş, yozlaştırılmış, bir sanat olayından çok, arabesk gösteriye dönüştürülmüş, sanatçıdan çok düzenleyenin işine yarayan amaçsız sergilerle yarışmalarla oyalanmaktadır.

İşte, yeni kurulacak bir müze bu karmaşık sanat ortamı içinden çıkacaktır. Burada müze dediğimiz olgu iki öğeden oluşuyor: Bir kap ve bu kabın içine girecek olan içerik. Kap, yeni yapılabilir ya da eski bir yapı onarılarak yapılabilir. Kabı yukarda belirttiğimiz kopukluğu yaşayan mimarlar yaratacaktır. İçerik yukarıda tanımladığımız karmaşanın içinde saklıdır. Çağdaş bir müzede bu kap ve içeriğin bütün1eşmesi gerekiyor, ki bunun koşul1arını mimariden çok sanatın bugünkü durumu belirliyor. Bu nedenle, bir yandan müzenin kabı hazırlanırken uzmanların karmaşayı ayıklayıp gerçek içeriği ortaya çıkarmaları gerekiyor, daha doğrusu bu işin kabın tasarımı yapılmadan önce hazırlanıp mimarlara sunulması gerekiyor. Yoksa, karmaşa içinde saklı olan içerik, kabı yapacak mimarı da, kaba yatırım yapan bağışçıları  da karmaşanın fırtınası içine çekecektir.

Ülkemiz sanat ortamındaki içeriğin hazırlanması için seçenekler vardır. Bunların bazılarına değinelim:

•   1950-1990 arasında, sanat gelişimi içindeki aşamaları gösteren yapıtların kronolojik olarak dizilmesi,

•   1960-1990 arasında üç on yılı kendi içinde değerlendiren bir dizi,

•   1960-1990 arasında özel koleksiyonların seksiyonlar halinde dizilmesi,

•   1950-1990 arasında kuşakların üretimini gösteren bir dizileme.

 

Görüldüğü gibi bu bilimsel bir çalışmadır ve mimar, yatırımcı-yönetici grubundan sonra, üçüncü bir grubu, sanat bilimsel çalışma grubunu gündeme getirir. Yukarıda tanımladığımız sanat ortamı karmaşası büyük ölçüde bu sanatbilimsel çalışma grubunun yokluğundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla müze kurmaya takip olanların bu sanatbilimsel çalışma grubunu da bir an önce oluşturmaları, bir zorunluluktur. Görünen şudur ki, bu konuda uluslararası sanat ortamından “transferler” söz konusu olacaktır, ve belki de bu tek çözümdür.

Ülkemiz sanatının gerçeklerini yaşayan1ar (sanatçılar, galericiler, eleştirmenler, bilinçli koleksiyoncular) bu karmaşa içinden çıkacak olan yeni müzeyi hem umutla hem de endişe ve kuşkuyla beklemektedir. Bu çevreler, müzenin kuruluşunun, müze sisteminin işlemeye başlamasının, sanat ortamına bir düzen getireceği beklentisini taşımaktadır. Eğer “arabesk” sızıntılar, titizlikle hazırlanacağı umut edilen müze içeriğini bozmazsa, bu ülkenin kimliğini oluşturan sanat, bütün asalaklardan, yozlaştırıcılardan kurtularak, arınmış bir biçimde ortaya çıkacaktır.