Selim İleri Röportajı

BERAL MADRA-MEHMET GÜLERYÜZ İLE RÖPORTAJ

AB bayrağına sarılı kadın imgesi bienale yakışmadı’

Devlet, görsel sanatları yarı yolda bıraktı.

eserleriyle ilişkiniz uzaktansa eser, size sadece olup bitmiş haliyle bir şeyler söyler. Ama sanatın iç sorunlarıyla ilgileniyorsanız, yapıtların var oluş hikayelerini de öğrenmek isteyebilirsiniz. Ülkemizde, pek çok sorunla boğuşularak sanat ortamları var edilebiliyor. Sonra, sanat eseriyle izlerçevrenin yüz yüze gelmesi, baş başa kalması da başlı başına bir sorun… Belki de en önemlisi, yapıtın hangi ortamda izlerçevreyle

buluşacağı… O gün ayda bir için her zamanki gibi Yeşil Ev’de buluştuğumuzda, sözünü esirgemez usta Mehmet Güleryüz (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Başkanı, ressam) ile eleştirel yaklaşımında

sağduyusunu hep korumuş Beral Madra’yı (Uluslararası Eleştirmenler Derneği Başkanı, küratör) dinlemek bana gerçekten yeni ufuklar açtı.

Mehmet Güleryüz: Önce bir girizgâh yapalım isterseniz. 1980, Türkiye için önemli bir tarih ciddi bir deprem yaşandı. Ülkemizde bir kere, 1975’te Avrupa’dan dönen bazı sanatçılar Türkiye’de yeni bir kuşak

çıkardı ortaya. Bu kuşak, Türk sanatına resim olarak da, düşünce olarak da bir ivme kazandırdı. 75-80 arası Türk resminde zaten 60’lı yıllarda başlayan ciddi bir dönüşüm yaşanıyordu. Yine aynı dönem içinde sanat

galerileri de oluşmaya başladı. Bizler, “Galeriler olması lazım, sanat yapıtı alınmalı” derken, devlet de eski konumundan geriye kaçtı. Bu kez devreye, gecikmiş de olsa finans sektörü girdi. Galeriler, bu sektörün aracıları oldu. Bir davranış biçimi gelişti. Bu biçim, daha kendini geliştirirken cin bir fikre ulaştı; finans sektörü her şeyi manipüle ederek duruma el koymak istedi. 15 ressamdan ikişer resim alarak birdenbire müthiş koleksiyonlar oluşturuldu ve bunlar yelek cebindeki bozuk paralarla yapıldı. Hâlâ da öyle…

Beral Madra: Ama burada şunu ekleyelim, bir tek görsel alandan çekildi devlet. Sinemaya, edebiyata karışıyor. Müzik alanı tamamen elinde.

Güleryüz: Evet devlet, görsel sanatları yarı yolda bıraktı. “Bunlar bizden bir şey talep edemezler. Zengin kesim bunu alır, satar.” dedi. Devletin aslında büyük kazanımı olacak bir alandan geri durması çok

şaşırtıcı. Cehaletine bağlı. Bürokratın da, parti yönetenlerin de, eğitim politikasını oluşturanların da büyük cehaleti. Sinema ve müzik eğlence alanına giriyor, kendi seyircisini oluşturma imkânı daha fazla. Edebiyat

ve resim böyle bir noktada değil. Onların desteklenmesi lazım.

Madra: Özel sektör, sanat yapıtının belli estetik değerlerini benimsediği için değil; reklâm ve tanıtım için bu alana girdi. 80’li yılların ortalarından itibaren sanatın bir prestij kaynağı olduğu anlaşıldı. Türkiye’de İstanbul Modern’i başbakanın gelip açması büyük bir rastlantı değil tabii ki. Beni ilgilendiren şu: Türkiye’de kitle şiirle,

edebiyatla, sinemayla buluşmuştur. Fakat görsel sanatı, görsel dili anlamada zorluk çekiyor. Mesela Bienal’deki işlerin analizini yaparsak bir İstanbul’la ilgili işler, bir de İstanbul’un da içinde bulunduğu bölgenin sorunlarıyla ilgili işler vardı. İstanbul’u ilgilendirenlerde, bu şehir üzerine konuşulan bütün sorunların yansıtıldığını görüyoruz. Bunların çoğu dijital, müdahale edilmiş fotoğraflar ya da videolar. Bu noktada şunu sorabilirsiniz: “Bunların televizyondaki imgelerden, gazete fotoğrafçılığından ya da belgeselciliğinden farkı nedir?” Sorun burada odaklanıyor.

Güleryüz: Bienale girerken sürecin gelişimine bakmakta yarar var. ‘Öncü’, ‘çağdaş’, ‘güncel’ bu tanımlamalar birbirini silerek devam ediyor. Her yeni tanım öbürleriyle arasına ciddi bir mesafe koyma gayretinde, diğerini adeta tarihe itiyor. Sanat tarihçileri geçmişi takip etmekten çok, günü tanıtmak istiyor. Bu noktada sanat tarihçisi; yani kayıt yapan ki, bu kayıtlar hemen yapılıp geçilecek kayıtlar değil, bir sanat yapıtını anlamak, tanımlamak, etkilerini görmek ve ardını takip etmek zorundadır. Bugün Türkiye’de bunlara vakit yok. Türk halkı resmin dilini anlamaya başladığı anda altından dilini çektiler. Bu çok ciddi ve çok kasıtlı. Bir tek Türkiye yaşadı böyle bir şeyi.

Madra:Bu gerçekten Avrupa’da yok. Mehmet haklı. Suni kopuşların oluşturulduğu kesin. Avrupa’daki güncel sanata baktığımda şunu görüyorum: Sanatçıların çalışma tarzları bizimkilerden çok farklı. Dışarıda şiirle,

edebiyatla ve kuramla birlikte giden, bir işçi gibi çalışan, gününü sanatıyla dolduran; ne üretiyorsa desen, resim, kitap fotoğraf, video, ama bunları bir bütünlük içinde yapan sanatçılar var. Yaklaşıp sanatçıyı incelemeye başladığınızda önünüzde yelpaze gibi açılıyor bu üretimler.

Güleryüz: Sanatçı tüm bu dilleri kullanıyor. Bizde bu dilleri kullanmak adeta yasak. Birden kurumlar ortaya çıktı. “Müze olmalı, nasıl olmalı?” denildi; herkes hep bir ağızdan söyledi. Bir müze var ortada, geçmişiyle ciddi olarak önemli bir yerde, fakat yaşamıyor. Sanat yapılıyor, ortaya ürünler çıkıyor; ama toplama, değerlendirme üzerine

çalışma yok. Ferdi değerlendirmeler yani yazanlar, anlayanlar var. Hem Batı’yı, hem önemli olayları takip ediyor bu kişiler. İki şeyi bir arada yapmak zorundayız. Hem ileri saflarda oynanacak hem de geride bununla ilgili kurumlar olacak. Üniversitelerde sanat tarihinin zayıf olduğu, eğitimin yok olduğu ortaya çıkıyor.

Madra: Kültür sanayinin uzman gerektireceği hiçbir zaman düşünülmemiş. 90’lı yıllardan günümüze kadar birçok kurum ve özel kişi, kültür ve sanat merkezleri kurdu. Bugün İstanbul sanat sahnesinin gerçek

anlamdaki etkinlikleri buralarda oluyor. Devlet çekildi, yerel yönetimler çok amatör düzeyde kalıyor. Beyoğlu’nda çok uluslu şirketlerin sanata yatırım yaptıkları, prestij ve reklamlarını kullandıkları galeriler…

Buralarda çalışan insanlar uzman değil, uluslararası konumları yok. Daha çok PR’cılar yapıyor, bir de bunların başında proje üreten insan yok. Ücretlerini alıyorlar, belli organizasyonları yapmak durumundalar. Yani ikincil bir yönetim sistemi var. Stratejileri, o kültür merkezini olabildiğince gündemde tutmak. İçerikte kendilerini gündemde tutan eserin niteliği onlar için önemli değil.

Güleryüz: Bunun nedenine gelince deklare edilmiş bir duruş var: “Büyük sermayenin markaları sanata hâmilik yapıyor”. Bunun ötesinde büyük harcamaları göze alan kurumlar bunlar. Harcamaların bir bölümü ya binaya

gidiyor ya da reklâma. Reklama etkinliğin, projenin kendisinden kat kat daha fazla para harcıyorlar.

Madra: Yaratıcı insana yatırım yok, niçin söylemiyorsun?

Güleryüz.Yaratıcı insana yatırım yok; çünkü yaratıcı kesim bugün tüketilen kesim. Yapan, üreten insanla ilişkide başka bir faza geçtiler. Resmin kendi katılımlarından önceki ustalarıyla halleşmek, belli bir rakamı ve onun da ötesinde belli bir duruşla halleşme zorunluluğunu getiriyordu. Bu da bir sanatçının kişiliğini, duruşunu, varlığını kabulü gerektiriyordu. Bunun yerine bu alanda çok çabuk halleşecek bir kesim buldular. Açıklaması yine ulviydi: Genç sanata ilgi. Şimdi bütün sanat merkezleri ve bu bienal; ben bienal için “genç sanat bienali” kavramını kullandım, bu kavramı Sibel Yardımcı kitabında kullanmış; gençlerin işleriyle dolu. Beral, kültür sanatın devlet elinden kurtulup özel sektörün eline geçme sürecinden bahsediyor. Bu tabii çok önemli bir nokta. Bir de “sembolik ekonomi” diye bir terim var. Zukin diye bir adamın icadı. Bu ekonominin temelinde kültür endüstrileri ve sanat vardır. Sembolik ekonomiyi ayakta tutan kent seçkinlerinin ilgi ve yatırımıdır. Bu ilgi ve yatırımın nedeni kültürel üretimin bir yandan kenti temsil etme iddiasında olması; diğer yandan mali kazanç olanağı sağlamasıdır.

Madra: Onu söylemeye çalışıyorum. Avrupa’da özel sektör başını alıp gidemiyor. Devlet ve yerel yönetimlerle işbirliği içinde bunları yapmak zorunda. Altyapısında önce insana yatırım yapmak var. İnsan ikiye ayrılıyor: İşi üreten ve tüketen; yani sanatçı ve kitle. Sanatçıya yatırım eğitimle ve eğitim sonrası yardımla; burslarla, proje paralarıyla olur. Eğitim ve eğitim sonrası destek Türkiye’de sıfır. Burs diye bir olay yok. Belki matematik, fizik okuyanlar için vardır, bilemiyorum. Kültür sanayi bugün sadece özel sektörün elinde bence. Ama bir süre sonra birlikte olmayı düşündüğümüz AB’de böyle değil.

Güleryüz: Bu nokta çok önemli. Eğitim kurumlarında moda sanat tahsil ediyoruz. Bunun önüne geçmeye imkân yoktur. Ancak o kurumlar eğitim kıstaslarını, standartlarını devam ettirebilir güçte ve ciddiyette olurlarsa… Eksiği biliyoruz. Eksik, maalesef klasik eğitimin dahi yerine getirilemez olduğu. Bunları uydurmuyoruz, bunlar verilmiş kararlar. Genç kuşaklara, klasik bir sanat eğitimini dahi verebilmek o kadar kolay değil. Çünkü bunun şartları da yok ülkemizde. Hâlâ müzeler yok. Şimdi bunlar yokken fırsat olarak bilinen kısım; hesap soran bir kesimin olmaması. Hesap soracak bütün kesimler hizmetteler, olayın içindeler. Bunu sormaya cesaret edenlerse olayın tamamen dışındalar.

Madra: Kültürel tekel.

 Güleryüz: Bienale somut bir şema çizdim kendimce. İKSV, Modern Müze ve bienal. Modern Müze’nin son tiki Çekim Merkezi sergisi. Bu bir üçgen. Sergi ayrı davetiyeyle geziliyor. Bunun için ayrı reklâmlar yapılıyor. Daha önemlisi sergi, ilanlarda sanatın gündemini oluşturanlar diye takdim ediliyor. İsim de çok akıllıca: “Çekim Merkezi”. Bunu sorgulamak istiyorum. Bunun kimsenin gözünden kaçmayacağına inanıyorum. Katılımcılar içinde üç tane Türk var. Bu çok güzel bir şey. Dünya karmasına Türk futbolcu seçilmesi gibi. Gurur duyar, memnun oluruz hepimiz. Dönüp de işlere baktığımda… Mesela bir video işi var Türkiye’den, sonuna kadar seyrettim ne olduğunu anlamak için. Video üzerine, sinema üzerine, sanat üzerine sorularım var. Sinema olarak

tahammül ötesi gördüm. Sorgulamalıyım; ama kimsenin umurunda değil.

Madra: Bu tabii iç içe geçmiş bir yapı. Özel sektörü ağırlıklı olarak görüyoruz. Bienali gören yabancılar, etkinliği kimin yaptığını soruyor. Burada verilecek tek yanıt bir vakfın yaptığı. Ama bu vakıf kuşkusuz özel sektörün desteğiyle ayakta duran ve bir işletme gibi çalışan, kültür ve sanat alanında iyi işler yapan bir vakıf; belki de bir

model Türkiye için. Eksik olan şu: Dışarıda da böyle vakıflar var, bienaller özel sektörle yapılıyor; ancak birtakım sorgulama ve denetim mekanizmalarıyla birlikte. Sonuçta aydınların bu işi gözlemleyip, uyarılarda bulunmaları; bienalin içeriği ile ilgili fikir beyan etmeleri gerekiyor, bu şart.

Güleryüz: İKSV, kültürel anlamda büyük bir boşluğu dolduruyor. Ama kamusal erk’in tartışılmaz gücünü üstlenmekten kaçınmalı.

Madra: Türkiye’de kültür ve sanat alanında sorgulama eksik. Edebiyat ve sinemada da bu böyle. Birkaç tane bağımsız çalışan yönetmen de olmasa Türkiye’de sinema var mı? Kültürel üretimin bir amaç değil araç

olarak kullanılması zayıf noktamız. AB’ye kendimizi, günümüze özgü kültürel bir kimlikle tanıtmamız çok zor. Bienal’de küratörlerin ortaya koyduğu bir konsept var: “Bu bienal diğerlerinden farklıdır, çünkü tarihsel mekânları kullanmayarak geçmiş bienallerde yapılan oryantalist yaklaşımları arka plana ittik.”

Güleryüz: Yani, öyle bir şey olacak ki mekânlar öne geçmeyecek ve siz ona uymak zorunda olmayacaksınız, özgür olacaksınız.

Madra: Tarihsel mekânlar kullanılarak İstanbul’un bir çekim merkezi olması amaçlandı geçmiş bienallerde. Yabancı küratörler gelip tarihsel mekânlara sanatçıların işlerini yerleştirdi; ama işler hiçbir zaman o mekânla diyalog içinde değildi. Oysa genel olarak yerleştirme konusunda bir mekân sorunsalı vardı. Bu mekân sorunsalını sanatçılar o mekânın fiziksel, tarihsel, geleneksel özellikleriyle beraber çözüyordu. Birinci savı buydu küratörlerin. İkinci savları “Biz artık dolaylı olarak İstanbul’un adını etmiyoruz, doğrudan İstanbul diyoruz. Geçmişte olan oyunlara dur diyoruz. Sanatçıları daha önce çağırdık, sanatçılar İstanbul’da kaldılar ve işler ürettiler. Yani İstanbul’la sanatçıların özdeşleşmesini yüreklendirdik.”ti. Gerçekten böyle işler var bienalde.

Gelip İstanbul’da yaşayıp, kentin mikro dokusunu algılamaya çalışıp o mikro dokudan sanatsal, siyasal sonuçlar çıkarmış işler söz konusu. Bir de Mehmet’in işaret ettiği gibi bunların yanında İstanbul Modern’in temsil

ettiği bir anlam var. Girişte uluslararası sanat ortamının ünlü sanatçılarının yer aldığı sergi. Ben bunu çok eklektik buluyorum. ‘Çekim merkezi’ diye bir konsept olamaz, bu bir modeldir. Bize bir model gösteriliyor, Avrupa müzelerinde böyledir deniliyor.

Güleryüz: Anlam bağları da, tavır bağları da yok. Neden bu isimler bir araya getirilmiş? Sonra da Türkiye’den olduğu söylenen üç sanatçının neye göre farklı olduğuna dair bir açıklama yok.

Madra: Bu bienalde iki, hatta üç iş dikkat çekti. Onlara çok kısa değinmek istiyorum. Bir tanesi AB bayrağına sarılmış olan çarşaflı imge. Bu imgeyi Avrupa çok beğendi, duvarlara astı. Sanat yönünden öncelikle şunu söyleyeyim: Buna benzer imgeleri çok gördüm. Hiçbir üretkenlik yok. Genç kuşağın etkilendiği iki alan var: Televizyon ve karikatür. Antrepo’nun üst katındaki işleri Leman’ın sayfalarını çevirir gibi izledim.

Güleryüz: Fıkra düzeyine inmiş sanat karşımızdaki. Edebiyatta romanın yerini nasıl fıkra aldıysa… Ama medya kolay aktarılabilirliği esas alıyor.

>Madra: İkinci iş Davut heykeli. Çok şaşırtmaca bir durum. Sanatçı heykeli üretiyor. Heykel, yerine konulurken kırılıyor. Ben ilk seferinde kırılmayı işin bir parçası olarak düşündüm. Sanatçı bunu isteyerek yaptı, bugün böyle bir heykel yapılırsa ancak kırılır mesajını verdi sandım. Diğer bir iş Hüseyin Alptekin’in. Venedik Atları’nı

İstanbul’a getirme projesi, Handan Börüteçene’nin 10 yıldır üzerinde çalıştığı bir projeydi. Handan, Hüseyin’in bunu yapacağını öğreniyor ve küratörlere başvuruyor, “Ne olacak?” diyor. Onlar da “Merak etme, bu başka

bir şey!” diyorlar ve Handan’ı ikna ediyorlar.

Güleryüz: Bienal, Türkiye’de sanata bakış ve sanatın oluşturulmasındaki ard alanları da konuşmamıza neden oldu. Sanatçının acting’de değil de figürasyonda rolü olduğunu görüyoruz. Bugünkü sistem Prodüksiyonunu her alandaki figürasyonla yapıyor, küratörler dâhil olmak üzere