Mod Dergisi, Kasım 2001

1) İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği Bienaller hakkında genel olarak ne düşünüyorsunuz?

1987’den bu yana  bienaller Türkiye’deki sanat ortamını yaşadığımız dönemin kültür ve sanat gelişmeleri/gerekleri doğrultusunda bilinçlendirmiş, sanatçıların dünyaya açılmalarını sağlamış, yetersiz kalan modernist estetiği ve yapıları sökmüş, Istanbul’u günümüz sanatı haritasına yerleştirmiştir. Ondört yıl içinde Istanbul sanat ortamı bienaller dolayısıyla yeni bir yüz kazanmıştır.İşte size genel ve iyimser bir değerlendirme, ancak bu, gerçekle ne kadar örtüşüyor?

2) Yönettiğiniz Bienaller ile bu yıl düzenlenen Bienal arasında ne gibi farklılıklar gözlemlediniz?

Yönettiğim bienaller bir başlangıç oluşturuyordu. Bir yandan yüzyılı içine kapanarak geçirmiş, kendini yalıtmış bir sanat ortamına yeni ölçütler getirmek anlamını taşıyordu. Öte yandan Istanbul sanat ortamını hiç tanımayan uluslararası sanat ortamının ilgisini çekmek, dahası o sanat ortamına eklemlenmek gibi bir amaç taçıyordu. Öncelikle, bir bienal organizasyonunun üstesinden gelebileceğimizi kanıtlamak gerekiyordu. Bir tanışma, el sıkışma anlamına gelen ilk iki bienalde bu kanıtlandı ki işin arkası geldi. İlk iki bienal, bilindiği gibi o dönem için oldukça yeni olan bir sistemle yapıldı. Ülke temsiliyetlerine ve bürokratik kanallara değil, özgür ve bağımsız seçimle akımlar ve sanatçılar üstüne odaklandı; ana sergiler yan sergilerle desteklendi, çok sayıda Türkiye’li sanatçı sergilerde yer aldı.

Yerlerin kullanımı açısından bugün ile geçmiş arasında bir fark yok. Yalnız 3. Bienal o sırada çağdaş sanat müzesi olmak üzere hazırlanan Feshane’de olmuştu. İlk iki bienalde kavram, tarihsel mekanlarda çağdaş sanat olarak belirlendi; bu kavram o dönemdeki minimal-sonrası yapıtlara, arte-povera’ya, yerleştirmelere uygun düşüyordu ve birçok sanatçı işlerini mekanlara göre üretti. Bu yılki bienal, 4.Bienalden sonra sürmekte olan sistemi yineledi; uluslararası sanat ortamının gündemindeki sanatçılardan seçilmiş karma sergi görünümünde. Aradaki fark: İlk iki bienal “varoluşçu” bir yaklaşımla, bir “kimlik” kazanma amacıyla yapıldı, üçüncü bienalde Istanbul kimliği üstünde duruldu, son dört bienal ise, küratörün kimliğini ve Istanbul ile başa çıkamamasını yansıtıyor!

 3) Siz Bienal’in  genel koordinatörlüğünü yaptınız oysa 4. Bienal’den itibaren küratörlü bir sistem var. 

Bunun sonucunda küratör yaptığı seçimler ve sergileme biçimiyle yapıtlar arasında kurduğu eleştirel bir

diyaloğun bir sonucu olarak kendi söylemini yaratma olanağına sahip oldu. Bunun Sizce getirileri ve eksiklikleri nelerdir?

Bu sorunuz, benim düzenlediğim bienallerde “söylem” olmadığını kastediyor. Nedense ilk iki bienalde gerçekleştirdiğim işleri bir küçümseme eğilimi vardır, bizim sanat ortamında; siz de bu etkiyle soruyorsunuz. Aradan ondört yıl geçti ve artık bu saptırmalar beni hiç ırgalamıyor… Benim adım ilk iki bienalde “genel koordinatör” olarak tescil edildi; çünkü o dönemde “küratör” adı bilinmiyordu. Ancak, yaptığım işe objektif bakabilirseniz, hem koordinatörlük hem de küratörlük yaptığımı anlarsınız. Gerçi benim sorumlu olduğum bir seçici kurul vardı, ancak bu kuruldaki kişiler uluslararası sanat oramını hiç tanımıyordu; ve kuşkusuz ben onların ve de sanat ortamının bilgisizliğin sıkıntısını çektim. İlk iki bienaldeki söylem Türkiye’de “çağdaş sanat üretimi ve tüketimi olduğunu” kanıtlamaktı. Kaldı ki, Aya İrini, Süleymaniye Medresesi ve Mimar Sinan Hamamı’nda düzenlenen sergiler küratörlük işidir. Bienal sergilerinin sanatçılarının seçiminde söz sahibi olduğuma göre, hangi sanatçının hangi binada iş yapacağına karar vermek durumunda olduğuma göre, adı konmadan küratörlük yaptım.

Yabancı küratörlerin söylemleri ve bu söylemlerin yapıtlarla örtüşmesi konusuna gelince: Yuko Hasegawa dışında, Rene Block, Roza Martinez, Paolo Colombo söylemlerini Istanbul’un Doğu-Batı arasında bir “köprü” olmasına odakladılar ve sırasıyla oryentalist, turistik, romantik başlıklar koydular. Getirilen yapıtlar – kenti gerçekten algılayan ve in situ yapıtlar üretenler dışında – mevcut yapıtlar arasından seçilmişti; dolayısıyla tam ve eksiksiz bir örtüşme söz konusu olmadı. Gerçekte böyle “ideal” bir durum olması da gerekmiyor…

 4) Sizce küratörün seçtiği konsept ve hatta küratörün kendisi nasıl seçimlerdi?

Yuko Hasegawa’nın seçtiği kavram, günümüz dünyasında büyük bir gereksinim olan, ama siyasal ve ekonomik göstergelere bakılırsa, gerçeleşmesi olanaklı olmayan bir “ideal insanlık” durumu. Geleceğe yönelik bir iyi niyet. Hasegawa hangi nedenlerle seçildi, bilmiyorum. Ancak, bu kez de Doğu’dan bir küratör, yaklaşımı olabilir. Japonya ne kadar Doğu ise… Japonya, kuşkusuz ABD ve Avrupa karşısındaki en büyük ekonomik güç; ancak kültür açısından hala ABD ve AB etkisi ve denetiminde. Nitekim, Hasegawa’nın sanatçı seçimi ve tarihsel mekanları kullanma biçimi Avrupalı küratörlerden farklı olmadı. Küratörleri kimin seçtiğini de bilmiyorum; ya giden küratör gelecek olanı öneriyor, ya da sözü edilen bir danışma kurulu var, onlar seçiyor. Burada soru şudur: Küratörler neden Istanbul için hazırlayıp sunacakları projeye göre seçilmezler?

5) Bu seneki Bienal’in konsepti “Egokaç: Gelecek Oluşum İçin Egodan Kaçış” tı, Siz bu Bienal de umduklarınızı  bulabildiniz mi?  Katılan sanatçılar ve yapılan eserler Sizce iyi seçimler miydiler?  Mekan ve yapıtlar Sizce birbirlerini nasıl etkildiler?

Benim bir bienalden etkilenmem oldukça zorlaştı; çok farklı kavramları gelişigüzel yanyana dizilmiş olarak görmek beni çok rahatsız ediyor. Ayrıca, tarihsel mekanların düz sergi mekanı gibi kullanılmaları da bir “kirlilik” yaratıyor. Video işlerin –eğer mekanla bir alış verişi yoksa – tarafsız mekanlarda gösterilmesinden yanayım. Ayrıca, sanatçılarda seçtiği konu ya da geldiği kent (Istanbul) ile derinlemesine bir hesaplaşma arıyorum ve ancak bunu bulunca ikna oluyorum; yüzeysel değinmeler, tek tümceye indirgenmiş okumalar çok can sıkıcı… Hazır ve başka yerde sergilenmiş yapıtların bir bienal ortamından çok bir “çağdaş sanat müzesi ortamı” yarattığını düşünüyorum. Bu bienalde bu düşüncelerime uygun yapıtlar vardı; çok saçma bulduğum yapıtlar da vardı…

 8) Her ne kadar Uluslararası olsa da Bienal, Siz olsaydınız, Türkiye’de Türkiye’yi iyi bilen biri olarak konsepti ne olarak belirlerdiniz? 

Benim, en azından, son 10 yıldır  düzenlediğim 20 kadar serginin kavramları, nerede durduğumu açıkça gösteriyor, sanırım. Ben, sanatçı ve izleyici arasında duruyorum, sanatçının işini,izleyicinin gereksinimini izliyor ve arada bağlantı kurmaya çalışıyorum. Arkamda bir “sanat piyasası” yok, merkeziyetçi sanat odaklarından çıkar/iktidar beklentim de yok! Bu durumda yabancı küratörlerden – iyi ya da kötü – farklı bir yerdeyim. Kısaca tanımlanmak gerekirse, kavramın mevcut üretimdeki ortak ve karşıt alanları içermesi, sanatçıların irdelediği, incelediği, yorumladığı alanları iyi belirlemesi, siyasal, ekonomik,toplumsal göstergelere yanıt vermesi gerekir. Günümüzde, sanatçının sergi ortamındaki varlığı izleyici açısından son derece önemli; yani yapıtı sergi alanına koy ve kendin hiç ortada gözükme, durumu sanatçının izleyiciyi kolonize etmesi anlamına geliyor; dolayısıyla bir bienalde sanatçıların kısa bir sure bile olsa “görünmesi/görülmesi” gerekir; özellikle bizim gibi, yüzyılı bu tür etkinliklerden yoksun geçirmiş ülkelerde. Kaldı, ki bizim bienalde “küratörler” bile ortalıkta görünmüyor…  Öte yandan, ben bugün Türkiye’de bir bienal düzenleme işini üstlenmek istemem. Istanbul Bienali’nin geldiği noktada dümeni başka sulara çevirmek artık çok güç; bu böyle devam eder… Öte yandan Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge (Akdeniz-Ortadoğu) için kalıcı bir etkinliğin küratörlüğünü yapmak isterim. Deneyimime göre, ancak bu tür bölgesel bir işbirliği ile özgürlük/bağımsızlık sağlanabilir.

 9) Yurtdışında düzenlenen bienaller ile İstanbul’da düzenlenen bienal arasında Sizce farklılıklar var mı?

Ben yalnız Venedik Bienali’ni yakından izliyorum; diğer bienallerin eleştiri ve dedikodusunu biliyorum. Venedik Bienali artık bir mega-etkinlik; ABD ve AB odaklı uluslararası sanat piyasasına göbekten bağlı. Şimdilerde AB’nin en önemli kültür etkinliği olma görüntüsünde, hemen arkasından da, her zaman Almanya odaklı bir kültür fenomeninin yansıması olan Dokumenta Kassel geliyor…20.yy sanat ve kültürünün sahibi olan ABD ve Avrupa, bu iki bienal ve Manifesta, Lyon Bienali, Berlin Bienali v.b. gibi kent bienalleri ile iktidarını kaptırmaz. Bu güçle başa çıkmak kolay değil; ya dümen suyunda gideceksin, ya da gerçekten karşı-söylem yaratıp, yanıt vereceksin…

Şimdilerde hemen her bölgede bir bienal yapılıyor. ABD ve AB merkezleri dışındakilerin kimisi tıpkı bir bayi gibi çalışıyor (ne yazık ki Istanbul Bienali de bu sınıfa giriyor) kimisi de çok naïf bir biçimde bu tekelleşmeye karşı koymaya çalışıyor (Küba Bienali gibi).