Erem Karagül Röportajı

TÜRKİYE’NİN İLK MODERN SANAT MÜZESİ OLAN İSTANBUL MODERN 11 ARALIK 2004’TE AÇILDI. AÇILDIĞI ANDAN İTİBAREN HARARETLİ TARTIŞMALARA SEBEP OLAN İSTANBUL MODERN’İ SANAT ELEŞTİRMENİ BERAL MADRA İLE KONUŞTUK.

EREM KARGÜL

Bir süredir kavuşmayı beklediğimiz ilk modern sanat müzemiz İstanbul’un en güzel mekanlarından birinde, Karaköy rıhtımında bulunan 4 No’lu Antrepo’da, Boğaz’a nazır sanatseverleri bekliyor artık. İstanbul Modern, Eczaçıbaşı ailesinin büyük katkısı ve çabalarıyla İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı çatısı altında kuruldu. Türkiye’de modern sanat eserlerinin görülebileceği bir mekanın özlemi böylece giderilmişti. İstanbul Modern belki de bir ilk olduğundan çok yönlü tartışılmayı hakeden bir yapıya sahip. O yüzden sorularımızı sanat eleştirmeni ve küratör Beral Madra’ya yönelttik.

TURKISHTiME: İstanbul Modern nasıl bir boşluğu doldurdu?

BERAL MADRA: Türkiye’de üretilen sanatın 20. yüzyılın gereklerine uygun olarak bir sistemin içine girmemiş olması çok büyük bir boşluk yarattı. Bu boşluğu insanlar bireysel olarak doldurmaya çalıştı. Türkiye’de resim, heykel, fotoğraf, video ve yerleştirmeler açısından içinde yaşadığımız bölgeye göre çok önemli bir üretim var. Almanya’daki, New York’taki ya da İngiltere’deki üretime göre düşünürsek modernizmin başka bir görüntüsü olarak ortaya çıkıyor. Ama bizim yaşadığımız bölge için bu üretim çok önemli. Çünkü Kafkaslar’a, Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya örnek bir 20. yüzyıl sanat üretimi söz konusu. Bu boşluğu sürekli olarak kafamızda ve belleğimizde doldurmaya çalıştık.

Neydi bu boşluk?

Görsel olarak bu üretimi istediğimiz zaman görebilme şansımız yoktu. Bu bahsettiğim büyük üretime baştan sona bakamadık, hep parça parça görebildik. Sergilere giderek araştırmalarımızı ve eleştirilerimizi yapabildik. Bu ülkedeki sanatçıların hepsine madalya vermek lazım. Gerçekten bütün bu sistem boşluğuna, parasal gücün arkalarında olmamasına karşın çok büyük bir enerji harcadılar ve sadakat gösterdiler sanata. Sanatçının üretim yapabilmesi için arkasında onu destekleyen finansal bir güç olması gerek. Bu ilk çağlardan günümüze kadar olmazsa olmaz bir gerçek. Devlet her alanda olduğu gibi kitle, kültür ve sanat hizmetini vermek durumunda. Bu hizmeti birtakım mekanların işlerliğini sağlayarak vermeli. Özel sektör, sanat ve kültüre olan yatırım gereksinimini karşılamak durumunda. Bizim başka bir gücümüz de yerel yönetimler. Belediyelerin de kültür ve sanat hizmeti vermesi gerekiyor. Bu güçlerin ortak bir amaçta birleşmesi söz konusuydu. Gerçek sistem böyle oluşuyor. Maalesef Türkiye’de bu, herkesin başına buyruk biçimde sanata yatırım yapması ile sonuçlandı.

Bu nasıl bir sorun getirdi?

Sanatçılar için gerekli altyapı, atölyeler, parasal gücün düzenli bir şekilde projelere akıtılması, kitlenin kendini eğitecek sanat merkezlerine kavuşamaması, güzel sanatlar galerileri denilen merkezlerin uzmanlar tarafından değil gelişi güzel seçilmiş insanlar tarafından yönetilmesi… Biz 40 yıldır AB ile diyalog halindeyiz ve o sisteme kendimizi uydurmaya çalışıyoruz. Fakat kültür alanında bunu yaptık mı? Yapmadık. Şimdi Türk usulü, son dakika hızlandırılmış bir sistem dönüşümüne giriştik. O kadar eksikliklerin olduğu bir ortamda Doğulu bir tevekkülle “hiç yoktan iyi” denilebilir. Bunu kabul ediyorum, tabii ki çok önemli müzelerin açılması. 12 milyonluk bir kentte bir tane değil, çok sayıda müze açılması lazım. Bizim müzelerimizin çoğu tarihsel içeriklidir. Arkeoloji müzesinin içinde bir milyon nesne var, fakat müze sadece gündelik turistlerin girip çıktığı bir yer gibi görülüyor. Oysa öyle değil, dünyanın en büyük müzesi. Markalaşma diyoruz şimdilerde, ama bir arkeoloji müzesi markası bile yaratmadık. Bu durumda “hiç yoktan iyidir” demememiz gerekiyor.

İstanbul Modern’i gezen sanatseverler modern sanat adına neler gördü?

Modern olarak biz bu müzeyi ürettik ama içerik olarak soruyorsanız, bir kere bina olarak mimarlarımızın çok başarılı bir iş çıkardığını düşünüyorum. Çünkü o bina çirkin bir binaydı. Fakat şu anda son derece iyi tasarlanmış, hem işlevsel hem estetik, ikisini çok güzel bir araya getirmiş. Modernizmi anımsatan bir dokunuş var içinde. Müzenin içindeki işlevsel bölümleri camla yaparak şeffaflık sağlamış olmaları da çok güzel. Ama manzara içerideki görüntü ile dışarıdaki görüntü arasında bir rekabet oluşturuyor. Onu da kimi yerleri kapatarak çok iyi çözmüşler. İçeriğe gelince çok büyük bir gayret görünüyor, ama çok tatmin edici değil gibi. Müzeye İş Bankası Koleksiyonu ve Eczacıbaşı Koleksiyonu yerleştirilmiş. Resim heykel müzelerinden de destek alınmış. Bu arada ben üst kattaki retrospektif ama eklektik sergiyi gezdiğim zaman, eklektik diyorum çünkü farklı dönemlerden seçimler yapılmış ve bunlar yan yana getirilmiş, kuşkusuz Türkiye’deki resim üretimi konusunda bir bilgi sahibi oluyorum. Ama ben uzman olduğum için bu bilgiyi ayıklayabiliyorum. Fakat geniş kitle için bence yanlış bir mesaj veriyor. Bu tür bir retrospektif sergi bütün oradaki farklı akımları ve üslupları yan yana getirerek bunların aynı değerde olduklarını ifade ediyor. Türk resminde var olan düz çizgisel olguyu bir kez daha vurguluyor. Neden düz çizgisel, çünkü 20. yüzyıl sanat akımlarının kimileri uygulanmış, kimileri uygulanmamıştır Türk resminde. Düz çizgiselin dışına fırlayan, aşama yapmak isteyen ve daha çok düzene karşı çıkan akımlar 20. yüzyıl resminde yok Türkiye’de. Bunlar dada ve özellikle sürrealizm, tabii daha sonra da pop art.

Sanki bir başlangıç ve bir son varmış gibi mi?

Evet. Bu uyumluluk belki de iyi bir şey. Yani gerçeği de göstermiş oluyor. Ama bunun içinde büyük çıkışlar yapan yapıtların olmaması bize yanlış bilgi veriyor.

Abidin Dino’nun sadece bir tane tablosunun olması bunu çok iyi yansıtıyor belki de…

Doğru… Bedri Baykam’ın da çok sert, eleştirel resimleri vardır. Onlar da görünmüyor. Ama diyeceksiniz iki koleksiyonda da onlar yok.

Sadece iki koleksiyonla çıkılması bu noktada yanlış mı sizce?

Yanlış değil, zaten bir ailenin kurduğu bir müzeden bahsediyoruz. Ailenin elinde de bu koleksiyon var. Ama bu koleksiyon çok önemli bir koleksiyon mu, bilinçli olarak mı yapılmış bunu tartışmak gerekiyor. Bence daha tematik ve daha gerçek, eleştirel bakış açısıyla bu resimlerin kurgulanması İstanbul Modern bir müze olduğu için çok önemli. Gelişigüzel bir sergi olsa bunu geçiştirebiliriz, ama burası bir müze ve bu resimleri legalize ediyorsunuz. Aşağı katta ise dijital baskı ile müzenin nasıl kurulduğu konusunda bir sergi yapılmış. Tabii bu da daha küçük bir alana sığabilecek bir sergi. Koca bir alanı açmak da biraz zorlama olmuş diyebilirim.

Fotoğraf sergisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Fotoğraf sergisini çok kritik buldum. O daha da yanlış bir bilgi veriyor. Fotoğrafların aynı ölçüye getirilip bu kadar sıkıcı ve tek düze asılması çok yanlış. Şahin Kaygun gibi o fotoğraf gruplarının içinden kendini dışarı atmak isteyen bir insanı da getirip onun içine koymak çok yanlış. Burada çok acıklı bir durum söz konusu. Bu bir küratörlük hatası. Bence fotoğraf sergisi çok daha ilginç yapılabilirdi. Videolara bakıyoruz, orada da büyük bir kopukluk var. Yukarıdaki sergi sırf bir resim olayını gösteriyor ve resim de postmodern resimde bitiyor. Peki resim sergisinin 2004 yılında geldiği nokta ile aşağıdaki videolar arasında başka hiçbir şey yok mu diyor insan. Orada çok büyük bir kara delik var. O kara deliğin içinde de 1980’li, 1990’lı yıllardaki çok önemli yerleştirmeler, fotoğraf işleri ve resimle yapılmış yerleştirme kapsamına giren birçok iş var. Müzenin kuruluşunu anlatan salonda da o yıllardaki üretimin yer alması gerekiyordu. O zaman bence daha iyi tamamlanmış olacaktı. Bakın bütün bunları söylediğim ve siz de bunu derginizde basacağınız için ateş hattında kalacağım. Çünkü özel sektörün yarattığı her şeyi kabul etmek durumundayız. Ben bunu çok tehlikeli buluyorum.

Haziran ayında da Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi açılacak. Türkiye’de müzecilik ailelerin tekeline mi bırakılıyor, yoksa bunlar bir tesadüf mü?

Kapitalizmin şu anda geldiği noktada bir gereksinim var. Bunsuz küresel kapitalizm düşünülemiyor. Çünkü küresel kapitalizmin aynı zamanda bir kültürel politikası var. Bunun da gereklerinin yerine gelmesi gerek. Bir de birikimler söz konusu. Bu birikimleri siz kitlelerin önüne çıkartmadığınız zaman bunların değeri ne? Bir yapıt dizisi veya bir koleksiyon 100 binlerce insan tarafından görüldüğü zaman gerçek estetik değerine ulaşıyor. Çünkü o, kitle üstünde estetik değişim yaratıyor. Birikmiş koleksiyonların artık bir şekilde müze sisteminin içine girip kitlelerle karşılaşması lazım. 1950’den başlayarak 2000’li yıllara kadar bizi getiren özel sektör, bugün yaşlılık dönemine girdi. Onlar birikimlerini bir şekilde kitle ile paylaşmak durumundalar. Bundan herhalde büyük bir manevi doyum sağlıyorlar. Bir gerçeği de unutmayalım yeni sponsorluk yasası vergi muafiyeti sağlıyor. Neden böyle birdenbire patladı bu iş? Sadece bu birikim dolayısıyla değil. Siz bunu kitleye açtığınız zaman biz de vergi indirimi yapıyoruz dedi devlet. Bu da çok avantajlı bir şey. 1950’lerde Amerika’da yapıldı ve Amerikan sanatı akımlar doğurarak büyük bir patlama yaptı. Pop art doğdu, soyut dışavurumculuk doğdu… Bütün bu müze sistemine çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Milli piyangonun veya diğer şans oyunlarının yüzde 20’sinin bu alana akıtılması gerekiyor. İngiltere’de de bu yapıldı mesela.

Sizce bir modern sanat müzesine “Doğu-Batı sentezi yapıldı ve o yüzden İstanbul Boğazı’nı gören bir yapı seçildi” anlamını yüklemek doğru mu?

Gerçek tartışmalar sonucunda birtakım olgular ortaya çıkmıyor da üsten yapılanmayla her şey ortaya konuyorsa düşünce üreticileriyle sistem üreticileri arasında bir kopukluk söz konusu olur. Bu ikisinin birleşmesi gerek. Yani devlet, özel sektör, yerel yönetimler ile yaratıcı insan arasındaki diyalog çok önemli. Eğer bu diyalog sağlanmıyorsa bu yapay bir sahneye koyma oluyor. Söylediğiniz Doğu-Batı sentezi gerçekten çok iyi tartışılması gereken bir şey. Bunun içinde bir oryantalist bakış açısı var. Son zamanlarda kültür üzerine yazılar okuduğumda yeni bir kültür emperyalizmi ile karşı karşıya olduğumuza inanıyorum. Geçmişteki oryantalizm bugün başka bir isimle “küresel emperyalizm”le karşımıza çıkıyor. AB’ye eklemlenirken nasıl bir durumdayız? Diyalogla mı eklemleniyoruz yoksa her şeyi ithal mi ediyoruz? Bunu iyice tartışmamız gerekiyor. Doğu-Batı sentezi biraz ithal bir duruma geldi, sanki bize kabul ettiriliyor.

Bir zorlama var gibi…

İstanbul, Doğu-Batı arasında bir sentez kuracak bir kültürel sisteme sahip mi? Ne yapıyoruz biz burada ki Doğu ile Batı arasında bir ilişki kuruyoruz? Kafkasya’dan, Asya’dan, Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika’dan sanatçılara İstanbul’da bir ortam mı yarattık; sergilerini, konserlerini, tiyatrolarını mı düzenliyoruz? Bunları düzenlerken AB’den sanat uzmanlarını çağırıp gelin bunları izleyin mi diyoruz? Biz pratikte ne yapıyoruz? Düşünce olarak bunu isteyebiliriz. İstanbul kendi sanatçısını AB sistemiyle diyalog içine sokacak bir sistemi daha yeni kuruyor. Pratikte bu uygulanmayan bir şey, fakat deniyor ki İstanbul’da küresel bir kozmopolitizm, politik bir ortam var. Peki İstanbul ne ihraç ediyor? Biz ne Ortadoğu’ya, Kafkasya’ya, Kuzey Afrika’ya bir kültür ihraç ediyoruz, ne AB’ye…