Erem Karagül Röportajı, Temmuz 2005

*Öncelikle bize Venedik Bienali ile ilgili izlenimlerinizi aktarır mısınız?

AB’nin geçirdiği bunalımlı döneme karşın, Venedik Bienali “aklı başında” bir görüntü veriyordu. Bu bir paradoks mudur, yoksa sanatın krize “ sanat herşeyin üstesinden gelir” yanıtı mıdır? Bienalin iki kadın kürator tarafından yapılması kuşkusuz herkesin bienale bakışını etkiledi; bu “aklı başında görünüş kimi kişilerce kadınların “soft curatorial approach” (yumuşak küratörlük yaklaşımı) yansıttıkları şeklinde yorumlandı. Kanımca bu da uygarlık düzeyi yüksek toplumların bile kadın kimliğine karşı ikircikli tutumlarını gösteriyor. Öte yandan, İtalya 12 Haziran’da yani bienalin halka açılış gününde kürtaj ve embriyo kullanımı konusunda referandum geçirdi; referanduma katılım çok düşük olduğu için iptal edildi. Buradaki çelişki de dikkat çekici; İtalya’da kadınlar bedenleri ile ilgili konularda özgür değiller. Martinez’in sergisinin girişinde yer alan “Gorilla Girls” söylemleri bu açıdan hem yerindeydi hem de başarılmamış bir eşitliğin görsel kanıtları gibiydi!

İkinci izlenimim: bu bienal AB kültür ortamında bir kuşak değişimini belirginleştirdi. Efsanevi küratör Herald Szeemann kuşağı artık “emekli” oldu. AB kültür ortamı özelleştirilmiş kültür merkezleri, galeriler, işletmeci müze müdürleri, tanıtım şirketleri ve iş adamı nitelikli küratörlere teslim olmuş durumda. Kanımca, bu “aklı başında” görüntü de bu yapıdan kaynaklanıyor; hiçbir şeyin rastlantıya bırakılmadığı, her ayrıntının sağlama alındığı bir görüntü; çünkü yapılacak yanlışların mali faturası ağır!

Sanat yapıtlarına gelince: Suya sabuna dokunmayan “güzel” işler yanında (Mariko Mori’nin meditasyon kozası gibi, Pippilotti Rist’in kilise kubbesini süsleyen pop video-klip kalitesindeki işi gibi) dünya gidişatına ağır eleştiri getiren işler de vardı ki, bu bienalde Türkiye Pavyonu ve Yunanistan Pavyonu bu açıdan önde gidiyordu. Avusturya pavyonu üstüne bir zırh geçirilmişti; buna karşın içi inanılmaz bir ahşap iskele işçiliği ile kaplıydı. Bu da AB’nin en sağcı ülkesinin psikolojik yapısını yansıtıyordu. İspanya pavyonu sanat ve kültür sanayii üstüne yazılmış bir doktora tezi kıvamındaydı; içinde bir kaç gün geçirip, sanat dünyasının ekonomi ile inanılmaz ilişkisini kavrayabilirsiniz.

*İlk defa Venedik Bienali’ne uluslararası tanınmışlığı olan bir sanatçıyla katılıyoruz. Ama bu sanatçı dünya çapında bir modacı/tasarımcı aslında. Bienale katılan diğer sanatçılar arasında da Türkiye’nin Hüseyin Çağlayan’la katılması yadırgandı mı? Yoksa bu unsur benimsendi ve kabul gördü mü?

 “Olmayan Varolan” Hüseyin Çağlayan’ın ilk sanat işi değil; üç dört yıldır Çağlayan sanat üretiyor. Ancak Venedik Bienali onun sanat alanındaki üretiminin uluslararası bağlamda tescil edilmesini sağlıyor. Türkiye 90’lı yıllarda Venedik Bienallerinde 15 sanatçı tarafından temsil edildi; bu sanatçıların hepsi önemli işler ürettiler ve kariyerlerinde ilerleme sağladılar. Ancak Türkiye kamuoyu bugüne kadar bu etkinliğe ilgi göstermedi ve söz konusu 15 sanatçı parasal açıdan desteklenmedi; onlar küçük prodüksiyonlar yapabildiler ve dolayısıyla da o çapta ilgi çekebildiler. Venedik Bienali büyük yapım ortamıdır. Venedik Bienali aynı zamanda artık disiplinlerarası bir sanatı savunmaktadır. Martinez’in sergisinde Rem Koolhaas gibi ünlü bir mimar öteki sanatçılarla eşit ortamda yer almıştır. Tasarımcı sanatçı olamaz düşüncesi kısır bir düşüncedir. Biz geçen bienalde Nuri Bilge Ceylan’ı sergiledik, hem de Cannes de ödül almadan önce bu kararı verdik!

Açılış sırasında neden Çağlayan sorusunu soran bir kaç kişi oldu; ancak soru sorulurken arka planda Türkiye bu işi nasıl becerdi gibi bir gizli soru da yer alıyordu! Bir açıdan bu seçim Türkiye’den beklenmeyen avantgard bir yaklaşım olarak değerlendirildi. Ancak, Çağlayan Türkiye’nin en derin sorununa değinen bir iş üretti: Oldum olası kimliklere  siyasal bağlamda müdahele edilmesi ve toplumun homojenleştirilmesi sorunu…Çağlayan, yurtdışında yaşayıp Doğu’ya “oryantalist” bakmayan ve yapıtında acı çeken, yoksul ya da marjinal insanları malzeme olarak kullanmayan ender sanatçılardan birisi ve ben de özellikle onun bu yönünü çok takdir ediyorum.

*Türkiye’nin Hüseyin Çağlayan ile bienale katılması sponsorlar açısından değişik bir durum arz ediyor. Turquality ve Dış Ticaret Müsteşarlğı’nın sponsorluğunu bir sanat etkinliği açısından olumlu olarak mı yorumluyorsunuz?

 Türkiye  bundan böyle kendini “kültür” ülkesi olarak gösterecekse, yani “turizm” ülkesi imajının önüne bir kültür halesi yerleştirecekse, bunu topyekün çalışmayla yapabilecek. Kanımca Turquality yöneticileri çok önemli bir “shift” (değişme) gerçekleştirdi; Türkiye markası önüne “eleştirel kültür” kalkanı yerleştirdi; kanımca şu dönemde yapılabilecek en olumlu atılımdır, bu. Ve de karşılığını bulacak.

Aslında hangi bakanlık olduğu hiç önemli değil; gücü ve vizyonu olan bakanlık bu işe destek vermelidir.

Ancak burada bir eleştiri de getirmek zorundayım: Kültür etkinlikleri bir tanıtım aracı olarak kullanılırken, tanıtım stratejileri kültürün önüne geçirilmemeli; yani sponsorlar “mütevazi” olmayı tercih etmeli.

Venedik Bienali Türkiye pavyonu tam anlamıyla bir “departure” (kalkış) olarak değerlendirilmeli ve artık geriye dönüş olmamalı. Resmi ve özel kuruluşlar, önümüzdeki dönemde bütün projelerini “çağdaş sanat” ile ilişkilendirmeli. Çağlayan Türkiye’ye bir olanak sundu, umarım bu iyi değerlendirilir. Örneğin bundan sonraki adım Venedik’te bir bina alınması ve sürekli bir sanat kültür merkezinin açılmasıdır; bu açıdan devlet ve özel sektör işbirliği yapabilir.