Emaa Dergisi, Zehra Şonya, Mayıs, 2005

EMAA DERGİSİ (KUZEY KIBRIS)İÇİN SÖYLEŞİ- ZEHRA ŞONYA- MAYIS 2005

 Öncelikle Diyarbakırda neler oluyor diye sormak istiyorum. Neden, nicin veya niye Diyarbakır?

Dört yıl önce Diyarbakır’da bir sanat merkezinin kurulması konusunda, Osman Kavala ve Oğuz Özerden tarafından büyük bir grup aydının katılımıyla kurulan Anadolu Kültür AŞ ile başlatılan girişim bugün her Anadolu kenti için örnek bir duruma geldi. O tarihte Diyarbakır’ın seçilmesinin nedeni çok açıktır: Bu kent 15 yıllık bir düşük yoğunluklu savaş dönemi geçirdi, kırsal çevreden yoğun göç aldı, tarihsel dokusunu ve toplumsal tözünü yitirdi. Büyük bir çocuk ve gençlik kitlesi var; eğitimin yeterli olmadığını, dahası henüz modernist ulus devlet ideolojisinden arındırılmadığını biliyoruz. Buna karşın gençliğin günümüzün küresel düşünce sistemini olmazsa olmaz biçimde tanıması ve benimsemesi gerekiyor. Bu sanat ve kültür aracılığıyla çok etkin olarak gerçekleştirilebilecek bir durum. Diyarbakır’da şaşırtıcı bir kalkınma enerjisi var; Diyarbakır Sanat Merkezi bu enerjinin rüzgarından yararlanan kurumlardan birsi oldu.

Diyarbakır’ın son dönemlerde ilgi odağı olmasının ve sanatsal etkinliklerin artmasını neye/nelere bağlayabiliriz?

Diyarbakır, Türkiye’nin AB’ye eklemlenmesi sürecinde AB kurumları tarafından izlenmesi açısından pilot bölge. AB fonları da bu bölgeye yönlendirilmiş durumda. Türkiye ekonomisinin geçirdiği değişim içinde de Diyarbakır’ın bulunduğu bölge yatırım alanı. İşin siyasal ve ekonomik yanı bunlar…Kültürel açıdan ise bir uzlaşmanın gerçekleşmesi gerekliydi; yani Kürt kültürünün yadsınmasıyla geçirilen bir yüzyıl ardından bu kültürün varlığının kabul edilmesi. Öte yandan bütün travmaların psikolojik etkileri vardır; Diyarbakırlılar için bu geçmişi – üstüne sünger çekmeden – bir yana koyup gelecek için yeniden yapılanma, Diyarbakır’ı o travmayı geçirirken uzaktan izleyenler içinde de geçmişin yaralarını sarmaya yardım etme; buna o dönemde yapılan kötülüklere müdahele edememenin hesabını verme psikolojisi diyebiliriz.

Küratörlüğünü yaptığınız serginin ev sahipliğini yapan Diyarbakır Sanat Merkezi ne zaman kuruldu, amaçları ve hedefleri nelerdir?

2002 yılında kurulan Diyarbakır Sanat Merkezi(DSM), biri “Doğunun Batısı”, diğeri “Batının Doğusu” olan iki kentin, Diyarbakır ve İstanbul’un- insanlarının, sanatçılarının ve yaratıcı enerjilerinin buluşabilmesi ve birlikte üretebilmeleri amacıyla kuruldu. DSM, kültür ve sanatın İstanbul ve Ankara dışındaki şehirlerde üretilmesi ve izlenmesi amacıyla kurulan Anadolu Kültür A.Ş.’nin ilk adımı, ilk şubesi… Kültür-sanat dünyasından insanların ve kuruluşların katılımıyla kurulan Anadolu Kültür A.Ş., Anadolu’nun başka yerlerinde de projeler geliştirmeyi ya da yürüyen projelere ortak olmayı hedefliyor.

 Sizce Diyarbakır Sanat Merkezi yerel halk veya sanat ortamı  için ne anlam ifade ediyor? Baska bir deyişle buradaki yapıya ne katıyor veya yapıyı ne anlamda dönüşüme uğratıyor?

 Ben genel olarak bütün Türkiye’de devlet, yerel yönetim ve özel sektör tarafından desteklenen ama içerik ve yönetimde bağımsız olan sanat ve kültür merkezlerinin kurulması gerektiğine inanıyorum. Bu merkezler, resmi eğitim dışında kitleleri güncel düşünce, yorum ve eleştiri açısından bilgilendiriri ve eğitir, yaratıcılık alanını güçlendirir ve demokrasinin derinleşmesine yardımcı olur. AB’ye girme sürecinde bu tür kurumların kaçınılmaz bir işlevi olduğunu kabul etmek gerekir. Diyarbakır’da gerçekleştirilen model bu gerçeklerin kanıtıdır. Dört yıl içinde içedönük olarak çalışan çok sayıda yaratıcı insan dışa ve hatta uluslararasına açılabildi; çünkü bu sanat merkezi küresel bir iletişim ağı kuruyor, fonları çekiyor ve yaratıcı insana proje yapma olanağı veriyor. Diyarbakır çok hızlı bir biçimde çokuluslu tüketim ekonomisine açıldı; süpermarketler, gallerialar v.b. tüketim katedralleri yanında kütlrü merkezlerinin olmaması çok tehlikeli bir durum olurdu. Şimdi bu açıdan bir denge kurulmuş durumda; tüketim ekonomisiyle başı dönen kitleler, sanat merkezindeki eleştirel düşünce ortmaında kendine gelebiliyor.

Diyarbakır Sanat Merkezi’nin katkılarıyla oluşturduğunuz Adaletin Tüketimi konseptli sergide hedeflene neydi, niye bu başlık ve süreç içerisinde ne kadarını başardığınızı düşünüyorsunuz?

 “Adalet” konusu Diyarbakır Sanat Merkezi’nin bir yıllık konferans programında ele alınıyor. Kuşkusuz, sözünü ettiğimiz travma ortamının yeniden değerlendirilmesi aşamasında en çok gündeme gelen konu haksızlıkların nasıl giderileceği ve adaletin nasıl sağlanacağıdır; iyileşme kitlelerin “adalet sağlanıyor” inancına kavuştuklarında çok daha çabuk olacaktır. Dolayısıyla sanat merkezinde bu konunun çok farklı yönleri ele alınıyor. Sergi de bu düşünsel çalışmaya bir katkı olarak gündeme geldi. Sergiye, 20. yüzyılın sonunda benzer kaderi paylaşan Türkiye’nin komşu kentlerinden sanatçıları davet ettim; burada benzer yakın geçmişin yeniden değerlendirilmesi söz konusuydu. Söz konusu sanatçılardan çoğunu daha önceki sergilerden tanıyorum; yalnız Tahran (Behrang Samadzadegan)  ve Şamdan ( Bassan Alkhouri) gelen sanatçıları ben de yeni tanıdım. Neyi başardığıma gelince… Kolay kolay yanyana gelemeyen bu sanatçıları Diyarbakır’da beş altı gün buluşturdum ve birbirilerini tanımalarını sağladım. Diyarbakırlıların da çevrelerindeki ülkelerde yaşayan bu sanatçıları tanımalarını. Yani eğer, Diyarbakır’ın kültür gündemine çevre ülkelerin bu kentlerindeki kültür ortamları ile ilişki sokabilirsem bir şeyler başarmış sayılırım.

Bu bağlamda sanatçılarla ve yapıtlarıyla ilgili biraz daha detaylı bilgi alabilirmiyiz?

İşlerin bir bölümü Diyarbakır’da üretildi; özellikle yapıt taşıma işleminden kaçındık. Bütçede yapıt taşıma her zaman çok yer tutuyor; oysa sanatçılara pay ayırmak daha doğru.  Oliver Mussovik’in iki yerleştirmesinin bütün malzemeleri Diyarbakır’da üretildi ya da bulundu. Ruben Arevshatian bir kalıbı Erivan’dan getirdi, diğerini Diyarbakırda döktü. Maha Abu Ayyash ve sen yerleştirmelerinizi Diyarbakır’da gerçekleştirdiniz. İliko Zautashvili yalnız desenlerini ve özgün baskılarını getirdi ve bunları DSM’ye armağan etti. Heba Farid üç gün Diyarbakır çevresinde fotograf çekti ve bunları seriler halinde sergiledi. Panayiotis Michael için okul sıraları ve okul atlasları bulduk. Siz de işinizi orada ürettiniz. Ben bu tür yapıt üretimini de çok değerli buluyorum; sanatçılar yere göre, yerel ortamın malzeme olanağına göre üretiyorlar. İşlerin hemen hepsi siyasal göndermeler içeriyor, ama hiç biri “imge üretimi” dediğim türden hazır imgeleri kullanıp onlara  “kısa mesaj” dediğim türden anlamlar yüklemiyor; tam tersine işlerin içine girme süreci uzun ve derin…İzleyiciyi zorlayabilir, ama düşünsel ve tinsel alış-veriş daha etkileyici oluyor.

Yapmaya çalıştığınız bu sergi batı merkeziyetçiliğine ve emperyalist güçlere karşıt farklı bir sanatsal oluşum veya bir karşı duruş olarak ele almak olası görünüyor.  Bu bağlamda sözkonusu coğrafyalarda varlık süren sanatcıları veya sanat anlayışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Bölgemizin sanatçısı refah ve demokrasi toplumunun santçısı değildir; zor koşulların sanatçısıdır. Geçmişin ve bugünün ağır yükünü ve toplumla birlikte gelecek kaygusu taşıyor. Kaldı ki, kimi ülkelerde demokrasinin izi bile yok; o koşullarda nasıl özgür sanat üretilir? Ancak bir biçimde  üretiliyor, işte! Batılı küratöre bu durum bile çok egzotik görnüyor; bunu bile olayı ilginçleştirmek için kullanıyorlar. Bu sergideki sanatçıların hiçbiri görselliği kullanarak doğrudan eleştiri getirmiyor; birincisi, doğrudan eleştiri “toplumsal gerçekçilik” akımının yöntemidir ve günümüzün bulanık gerçekçiliği için “naif” bir yaklaşımdır. Buna karşın sanatçılar görünen ve gösteren arasındaki ilişkiyi gündeme getiriyor; ya da gerçeklik/hakikat arayışını  “olaya tanık olanlar” üstünden yürütüyorlar. Batının köktenci, tutucu ve dışa kapalı kalmayı yegğleyen kesimlerinin  duruşu çok olumsuz ve toptancı. Batıdışı konusunda kendi çıkarlarına hizmet eden kişiler ve etkinliklerle ilgileniyorlar; ancak Batı’daki vakıflar ve fonlar,  kendi toplumlarını aydınlatmak, kendi içlerinde yaşayan Doğu topluluklarını güncel sanatlarıyla ilişkiye sokmak ve siyasal diyalogu kültürel diyalogla beslemek için bu tür sergileri ve etkinlikleri destekliyorlar. Bizim sergimizi de “Prinz Claus Vakfı” destekledi.

Serginin oluşum sürecinde tartışma ortamları da yaratılarak konu doğrultusunda aytışmalar yapıldı. Adalet kavramı bölgelerde yaşanan sorunlar doğrultusunda sanatcılar ve düşün adamları tarafından yeniden ortaya konularak farklı bakış açılarıyla irdelenmeye ve değerlendirilmeye çalışıldı. Bu tartışma ortamlarında ne gibi bir sonuç alındı? Bu konuda ne öngörüyor sanatçılar ve düşünürler?

 Sanatçılar ve katılımcılar arasında yapılan tartışmalarda “adalet” kavramının ikilemleri, farklı coğrafyalarda farklı biçimleri, savaş ve barış bağlamında  anlamsızlığı üstünde duruldu. Son 20 yılda savaş, siyasal ve ekonomik bunalımlar geçirmiş ve geçirmekte olan kentlerden gelen sanatçıların – iyimser değilse de olumlu olmaya çalışıyorlarsa da –  içinde yaşadıkları durum, onların “adalet” kavramına olumlu yaklaşmalarını engelliyor. Adalet’in bir iktidar ögesi olduğu, iktidarın da yeni bir emperyalizm içinde değerlendirilmesi gerektiği dile getirildi. Sanat ve kültür açısından kimse “adalet” arayışı içinde değil; bu alanda uluslararası büyük kurumların ve sanat piyasasının kuralları geçerli.

Son olarak gerçekleşmesi zor görünse de sormak istediğim soru şu; emperyalist güçlere veya merkeziliyetciliğine karşıt olması veya durulması gereken sözkonusu ülkelerin sanatçılarını ve tabi ki sanat anlayışlarını görünür kılan etkinliklerin ve uluslararası boyuttaki çalışmaların gerçekleşmesi için, kimlere ne görevler düşüyor, ve bu gibi etkinliklerin öneminin altını çizmek istersek bunlar nelerdir?

 Bireysel çalışmalar – ki sanatçılar zaten bunu hiçbir talep olmadan kendiliklerinden yapıyor ve arz ediyor – yanında sanat ve kültür üretmeye kararlı olan grupların çalışmaları bölgemizde önem kazandı, son 10 yıldır. Zaten bu sergi de söz konusu kentlerdeki grup çalışmalarının oluşturduğu bilgi ve iletişim kaynaklarının gücüne dayanıyor. Sonuçta, ortak sorunlar ortak etkinlikler yaratabilir; AB ve USA kültür egemenliğine karşı yerel ortamlardan verilecek yanıtların da ortak yönleri vardır ve bunları birlikte dile getirmekten güç doğar. Birlikte çalışma yerel fonları ve destekçileri de harekete geçirmek açısından yararlıdır. Çok ortaklı işleri yönetmek zor olsa da, günümüzde bu da bir uzmanlık işi; küratörler biraz da böyle çalışıyorlar ve bence başarılı ve yararlı da oluyorlar.

Çalışmalarınızdan ve bize ayırdığınız zamandan dolayı teşekkür ederiz.