II. Uluslararası İstanbul sanat bienali

Arredamento, 

İstanbul’un kimlik kazanma sürecini yaşarken bu kimliğin özelliklerine eğilmemiz gerekiyor; kendiliğinden oluşan bir uluslararasılık mı yoksa yapay bir uluslararasılık mı? Uluslararası olmak, değişik ve uzak kültürlerin, olguların ve yaşam biçimlerinin buluşması, birbirine kaynaşması ya da karşı karşıya gelip çatışması, bu sürecin yeni bir bireşim yaratması anlamına geliyor. İstanbul, konumu, tarihi, güncel durumu dolayısıyla ayrıcalıklı bir uluslararası odak noktası; Doğu ve Batı’nın geleneksel karşıtlığının her an buluştuğu, Doğu Akdeniz’in köklü kültürlerinin izlerinin günümüze değin yaşadığı, bunun yanında günümüzün süper güçlerinin (çokuluslu şirketlerin, uluslararası turizmin etkileri, sürekli nüfus artışı ve yapılaşma) büyük gösterişler içinde patladığı bir kent.

Bu yönleriyle İstanbul, uluslararası olma özelliklerini taşıyor, örneğin uluslararası

ekonomik güçlerin bir buluşma ve yatırım noktası olduğu bir gerçek. Milyonlarca insanin uğrak yeri olduğu da kesin. Beş yıldızlı otelleri, plazaları, galleriaları ye her türlü lüksü ile uluslararası trafiğin her kesitinin gereksinimlerini karşılamaya hazırlanıyor. Geçmişin uygarlık katmanları, bugün insanlar için çekici olan tarihsel boyutu da sunuyor. Ancak, bu saydıklarımız uluslararası olmanın görünen yanları. Uluslararası olmanın görünmeyen ama, ana maddeyi oluşturan parçası: Kültür ve sanat alanında ne kadar uluslararasıyız? Evrensel kültür ve sanat yaratıcılarının yaşayabildikleri, buluştukları bir yer mi İstanbul? Bu kent için ya da bu kentte dünyanın dört bir yanından gelmiş sanatçılar yapıt yaratıyor mu? Bu kentte yeni düşünce ve sanat akımları doğup, dünyaya yayılıyor mu? Bu kent kendi insanları ile yabancılar arasında gerçek bir kültür iletişimi kurabiliyor mu? Bu sorulara olumlu yanıt verebiliyorsak, İstanbul’un kendi bünyesinden doğan bir uluslararasılığa sahip olduğunu doğrulayabiliriz. İstanbul artık kaçınılmaz bir biçimde uluslararası olma sürecini yaşadığı için, işin bu yönünü de düşünmemiz gerekiyor; çünkü bu gerçekleşmeden oluşan uluslararasılık, süreç içinde kimliğimizi yitirmemize neden olabilir. İstanbul, yeni gelişmeler ve değişimler içinde kültür kimliğini vurgulamak, yeni bireşimleri kendi kimliğinin egemenliğinde kurmak zorundadır. İstanbul’un belli başlı kültür göstergelerinden İstanbul Festivali ile Film Festivali dolayısıyla yüzlerce sanatçı ve yüzbinlerce izleyici kentin tarihi ve modern mekanlarında unutulmaz anlar yaşadı, özgeçmişlerinde İstanbul adı belgelendi, izleyiciler kendilerini eğitti, kültürde güncellik yakalandı. Bu etkinlikleri düzenleyen İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, 1986da aldığı bir kararla “Çağdaş Sanat” alanında da uluslararası bir etkinlik gerçekleştirmeyi üstlendi ve 1987’de 1. Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri adı altında bir dizi sergi gerçekleştirdi. Sergilenin iki yılda bir yapılmasının uygun görülmesiyle bu başlık, Uluslararası İstanbul Bienali’ne dönüştü. Bu Bienalin ülkemizdeki çağdaş sanat ortamının sorunları, gereksinimleri, koşulları göz önüne alınarak saptanan İlke ve amaçları:

— Uluslararası çağdaş sanat ortamını her yönüyle ülkemize getirmek,

— Ülkemizdeki çağdaş sanat ortamını uluslararası ortama tanıtmak,

— Çağdaş sanat alanında uluslararası bir ilişki ve iletişim sağlamak, şeklinde özetlenebilir.

Bu ilke ve amaçların gerçekleştirilmesi ve beklenen sonuçların alınması zaman isteyen bir iştir; sabır ve tutarlılıkla, ödün vermeden sürdürülürse, ancak birkaç bienal sonra istenen hedeflere varılabilir.

1987’de gerçekleştirilen sergiler dolayısıyla ülkemize çağdaş sanat ortamının önemli ve ünlü sanatçıları, sanat uzmanları ve eleştirmenleri geldi, sergilenin kataloğu yüzlerce sanat merkezine, eleştirmene, koleksiyoncuya, galeriye ulaştırıldı, İstanbul’un ve sanatçılarımızın adı çağdaş sanat belgeliklerine girdi; ülkemizde ise, çağdaş sanatın varlığı, uluslararası iletişimin gerekliliği günümüz sanatının devlet ve özel kuruluşlarca desteklenmesi zorunluluğu, sanat çevrelerinin bilincine yerleşti. 1987 deki sergileri, paralı girişle yaklaşık 50.000 kişinin gezmiş olması, halkın olaya yaklaşımının göstergesiydi… Bu ilk adimdi…

İkinci adım, 25 Eylül—31 Ekim arasında gerçekleştirilecek olan II. Uluslararası İstanbul Bienal’inde atılacak.

Bienalin İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Genel Müdürü Aydın Gün başkanlığındaki Danışma Kurulu (Prof. Doğan Kuban, Beral Madra, Prof. Belkıs Mutlu, Prof. Dr. Bülent Ozer, Sezer Tansuğ) bir yıldır yaptığı çalışmalar sonucunda belirlenen, ülkemizdeki yabancı elçiliklerin, konsoloslukların ve kültür merkezlerinin katkılarıyla desteklenen programın uygulama aşamaları sürüyor. Bienal sergileri, Kültür Bakanlığı, Milli Saraylar Daire Başkanlığı, Genel Kurmay Başkanlığı, Eminönü Belediye Başkanlığı, Mimar Sinan Üniversitesi, Türk Dünyasını  Araştırma Vakfı ve ilgili müdürlüklerin izin ve katkılarıyla Aya İrini, Ayasofya Müzesi, Sultanahmet çevresindeki tarihi açık hava mekanları Süleymaniye Kültür Merkezi (Süleymaniye İmareti), Askeri Müze, MSÜ Resim ve Heykel Müzesi, Dolmabahçe Sarayı Hareket Köşkü, Yıldız Sarayı Sanat Galerisi, Basın Müzesi, Y.Ü., Sabancı Kitaplığı ve 24 galeride gerçekleştirilecek.

BİENAL’DEKİ SERGİLER

Sergileri gözden geçirelim… “Geleneksel Yapılarda Çağdaş Sanat” başlıığı altındaki iki serginin biri Aya İrini’de yer alıyor. Aya İrini sanatçılar için hem zorlukları hem de çekiciliği olan bir mekan; her türlü simgesel ögeden arınmış duvarları, kusursuz boyutları, gizemli bölmeleri ve değişken ışığıyla, buraya adım atan kişide benzersiz duygu ve düşünceler yaratıyor. 1987’deki sergilerde bu yapıda, Pistoletto’nun “Aynadaki Adam”, “Paçavralar Venüsü”, “Beşik” adlı yapıtları, Zorio’nun ciritlerden oluşan “Yıldız”ı ve yapıyı çapraz olarak kesen “Odio”su (Nefret), Morellet’in beyaz tual üstüne yalın çizgilerden oluşturulmuş düzenlemesi, Alberoia’nin yapının kubbesini taşıyan ayaklara yerleştirdiği Hıristiyanlık dinini sorgulayan resimleri ve arkadaki avlunun galerisine yerleştirdiği, Michel Henonchsberg ile birlikte yaptığı “Hesapların Bozulması” adlı yapıtı, Rainer’in “İsa Yüzleri” adli dizi resmi, açılıştan sonra gelen Lupertz’in bir haftada yapıtğı dev resim sergilendi. İzleyicilerin bir bölümü yapının boş kaldığını ileri sürdü; bu oldukça yüzeysel bir yargıydı. Sanatçıların, yapıyı görerek, düşünerek ve yerinde gerçekleştirerek sunduğu yapıtların her biri içerik ve kavram açısından oldukça yüklüydü: ilgilenen izleyici bu yapıtların anlamını çözmek için uğraşmak zorundaydı; çağdaş sanatta sanatçının izleyiciden başlıca beklentisi de bu… Bu yapıtların 20. yy sanatı içinde kalıcılığı ve geçerliliği kanıtlanmış, hemen hepsi yüzyılın ikinci yarısının “klasikleşmiş” damgasını taşıyordu. İzleyici Aya İrini’nin nesnel olması beklentisi içinde olursa, düş kırıklığına uğrayabilir; gerçekte de amaç yapının kavramsal olarak değerlendirilmesi ve yorumlanmasıdır. Bu yıl, Erol Akyavaş, Alaattin Aksoy, Mehmet Aksoy, Neşe Erdok, Serhat Kiraz, Ömer Uluç bu yapı için tasarladıkları yapıtlarını gerçekleştirecekler. Dergimizin Mart sayısında kendileriyle yapılmış bir söyleşiyi yayınladığımız Anne ve Patrick Poinier, yapının büyüsüne kapılıp, bu sergiye katılmak istediklerini söylediler. Poirier’ler Eyiul ayında yapıtlarının büyük bir bölümünü