Avusturyalı mimar Rainer Pirker ile söyleşi

Arredamento

Kasım 1991

Bu konuşmaya başlarken, bu tür konuşmaları yapıp, yayınlamanın ne gibi bir işlevi olduğunu düşünüyorum, özellikle de bizim bu kentte yaşadığımız çoklukçu ve karşıtlıklarla dolu kültür ortamı içinde. Bu konudaki düşünceni sormadan önce izin verirsen ben düşüncelerimi sürdüreyim. Öncelikle düşüncelerin açıklanması düşünce eylemi için gereklilik. Mesleki rekabet, örgütlenmiş karmaşa ortamı ve tüketim-reklam-iletişim üçgeni içinde bireyin kendini kanıtlama çabası, bu. Bu açıdan bu konuşmalar bir bakıma reklam ve tüketimin yönlendirdiği medya ağına müdahale anlamını da taşıyor. Burada medya ağının örgütlenmiş bağımsızlığın birey üstüne yaydığı egemenliğe karşı koyma itkisinden bile söz edilebiliriz. Güçlerin karşılıklı kullanılması… Bizim toplusal-kültürel durumumuz içinde bu tür konuşmalar, eğer eylem ve işlerle desteklenmiyorsa oldukça etkisiz kalıyor. Bu eylemler ve işler de medya ağının yönettiği genel olaylardan çok daha güçlü olmalı. Başka bir değişle, yapay olaylar ve etkinlikler dediğimiz, bir toplumun gelişmesine hiçbir katkı getirmeyen kitleleri tüketim kuralları içinde oyalayan olayların dışında kalmayı başarabilen etkinlikleri yaratan düşünceleri açıklamak etkili olabilir. Kuşkusuz zamanın ruhunu, bugüne değin uygulanmış düşünceleri ve dünyaya egemen olmayı başarabilmiş düşünce aşamalarını da altyapı olarak içermeli, bu konuşmalar.

RP-          Konuşmaları eylemler izlemiyorsa ya da eyleme dönüşme olanağı yoksa etkisizlik kaçınılmaz olur. Her şeyden ve hiçbir şeyden konuşmak, yüksek felsefe yapmak, kapalı ve karmaşık düşünceleri açıklamak, anlaşılabilir ve somut olaylardan yoksun düşünce labirentlerine dalmak okuyucuyu ve dinleyiciyi yoruyor. Öte yandan çok sıradan konuşmalar da yapılıyor, işten kaçmak için bol laf üretiliyor. Somut sonuçları hedefleyen konuşmaları yeğlerim; özellikle güncel ve gündelik olaylar ve konuşmalar içinde “kültür” hiç yer almıyorsa! Kültürün iyice eksik olduğu “vahim” durumlarda kültür ile birlikte mimari üstüne yapılacak ciddi ve yoğun konuşmaların durumu kurtarabileceğine inanıyorum. Bu konuşmaları oldukça geniş bir düzlemde yürütmek gerekiyor. Bu düşüncelerim doğrultusunda yaklaşık altı aydır uluslararası mimarlarla Türk mimarlar arasında yapılacak bir sempozyumun dizisinin hazırlıklarıyla uğraşıyorum.

BM-         Uzun süredir üstünde çalıştığın bu projenin ayrıntılarına inmeden önce, senin için neler düşündüğümü açıklamak istiyorum. Bir yabancıyla konuşmak bana büyük rahatlık veriyor. Aslında sen artık yabancı sayılmazsın çünkü iki yıldır bizimle birlikte yaşayıp, yaşantımızı paylaşıyorsun; ikilemlerimizi, çalışma koşullarımızı, dostluklarımızı düşmanlıklarımızı, acılarımızı sevinçlerimizi biliyorsun.

Başka bir ortamdaki birikiminle bu ortamdaki birikiminin karşılaşmasından çıkacak sonuçları öğrenmek bana ilginç geliyor. Burada bir mimari yarışmaya katıldın, sonra da Darüşşafaka Huzur Evi (Yakacık) projesini çizdin (planladın). Konu çok ilginç, karşısında bir kurum vardı, herhalde kurumlarla iş yapmanın özelliklerini tanıdın, projedeki çalışma arkadaşın Semra Özdeş de bir Türk mimarı. Bütün bunlar çok yönlü bir ilişkiler ağı içine girmiş olduğunu gösteriyor. Bana en çekici gelen yanın da çağdaş sanatla yoğu bir biçimde ilgilenmen ve daha önce Hans Hollein ile altı yıl birlikte çalışmış olman. Çağdaş sanatı günlük yaşamında ve mesleki etkinliklerinde bu denli kullanan bir mimara rastlamadım. Bence, bu durum seni ayrıcalıklı kılıyor. Burada çağdaş sanatın uluslararası entelektüalizm ve uzmanlaşma içinde bir tartışmasız bir üstyapı olduğu anlaşılamadı, bu nedenle bu ülkenin çağdaş sanatını yaratanlar büyük sıkıntı çekiyor. Ve bütün bunların sonunda, sen burada uluslararası bir kültür-mimari sempozyumu dizisi örgütlüyorsun…

RP-          Bu işe daha başlar başlamaz, sorunlarla karşılaşacağımı anladım. Sanki kültür ve mimari bir sempozyum konusu sayılmıyordu, ya da yukarıda tanımladığım gibi yüzeysel bir biçimde ele alınıyordu. Sponsorluk için başvurduğum firmaların bir bölümü daha ilk anda “hayır” dedi, bir bölümü de önce çekimser davranıp sonra “hayır” dedi. Sonunda bu sempozyum dizisinin örgütlenme işini Bizim Ülke derneği üstlendi. Gerçekte bu olumsuz tutum yalnız firmalar için değil, tüm toplum için geçerli. Bu sempozyumun temelinde uluslararası mimarlarla konferans bağlantıları kurup, Türkiye’deki mimarinin sorunlarını tartışmak, yanlış gelişmeler, kötü mimarinin oluşmasına yol açan yasalar ve daha birçok konuyu analiz etmek, etkili önlemlerin alınmasını gerçekleştirecek çalışma grupları kurmak gibi düşünceler yer alıyor. “Mimari” ile ilgilenen birçok mimar birarada bir çalışma yürütebilirse, durumda düzelmeler beklenebilir. Varlıklarına kuşkusuz inandığım ve hayranlık uyandıran bireysel çıkışların çok çabuk susturulduğunu gördüm. Yönetim kadrolarının düzenli bir biçimde değiştirebilen bağımsız bir örgütün “mimari”yi yeniden gündeme getireceğine, mimarinin ülke kültürü içinde yeniden yerini almasını sağlayacağına inanıyorum. Bugün, geçmişteki başarılara dayanmanın, mimari kültürün mimarlık tarihi içinde aranmasının yetersiz olduğunu düşünüyorum. Kültür bilinci güçlü olan bir mimarinin korunması gereken kültür anıtlarını da daha iyi değerlendireceği ve özellikle de bunu müzecilik anlayışından  uzak tutacağı kanısındayım.

BM-         Bu tür sempozyumlar, tam anlamıyla uluslararası çapta bir nitelik taşımamasına karşın, geçmişte de yapıldı. Kalıcı bir etki bıraktığını söylemeyeceğim. Bunun nedenlerini ülkedeki resmi ve özel kültür birimleri arasındaki ilişki kopukluğu; gereksiz rekabet; resmi kurumların bu tür düşünce üretimlerine karşı gösterdikleri ilgisizlik ve dahası, yadsıma; ayrıntıdan tüme, düşünceden uygulamaya geçiş eylemlerini gerçekleştirme beceriksizliği olarak sıralayabilirim. Bir de kuşkusuz, geçmişte üretilen düşüncelerin, önerilerin ve uygulama yollarının medyalar yoluyla genç kuşaklara aktarılmaması, gibi bir olumsuzluk yaşıyoruz. Genç kuşaklar, daha önceki kuşakların birikimini devir alamıyor, belleksiz kalıyor. Genel anlamda ilginç bir dönem yaşıyoruz şimdilerde. Buna “kültür-sanat-mimari gereksinim, istek uyandırma dönemi” diyebilirim. Belki mimari gereksinim daha önde gidiyor. Kentsoylular anamalcı tüketim sürecinin gereksinimine uygun olan mekanlar yaratmak isteğini yaşıyorlar. Bu boş mekanları kültür ve sanatla doldurmak da arkadan gelecek, sanırım. Sanat gereksinimi konusunda dünya ölçülerine göre oldukça gerideyiz.  Bu mekanların içine konulacak sanatın, tüketime kurban olmuş “mal-sanat yapıtı” türünden olacağından endişeleniyorum. Son yıllarda yapılan hiper otellerin, plazaların, galleriaların içine baktığımda bu endişemi kanıtlayan örneklerle karşılaşıyorum. Mimari-kültür birlikteliği olmadığı gibi, mimari sanat birlikteliği de yok!

RP-          Düşündüğüm türden bağımsız bir birliğe dönüşmüş bir örgütün eleştiri ve yorum içerikli süreli yayınlarla, sergilerle, konferanslarla topluma açılması, kararlılık ve süreklilikle davasını savunması, topluma manifestolar yağdırması gerektiğine inanıyorum. Bu kuşkusuz yıllarca sürecek bir eylem, ama yaşadığımız bu kültür alanı tümel bir yıkımdan ve yabancılaşmadan kurtarılmak isteniyorsa, en son seçenek olarak görülüyor. Ciddi ve tutarlı önlemler almayıp, sık sık duyduğum gibi, “Türkiye’de bu tür girişimlerden sonuç alınmaz” demek hiç geçerli değil. Bu örgüt sanayi kesimini yavaş yavaş mimari-kültür-sanat-tasarım bütününün ülke ekonomisinin tamamlayıcı ögesi olduğuna inandırabilir. Avrupa’nın ve Avrupa Birliği’nin bir parçası olma durumu da başka türlü gerçekleşmez. Havard Üniversitesi’nde kültür ve ekonomi arasındaki ilişkiler ve özellikle de “corporate desing” (birlik olmuş tasarım) üstüne araştırma yapan uluslararası örgüt bu gelişmenin gerekliliğini kanıtlıyor. Bu gelişmeyi öncü olarak uygulayan Olivetti ve ERCO firmaları da örnek olarak gösteriliyor.

Etkinliğin önemli noktalarından birisi de resmi kurumların daha başlangıçta konunun içine alınmasıdır. Barcelona ve Viyana’da bunun örnekleri yaşandı. Franco döneminden sonra Barselona’da bu işe gönül vermiş mimarlar ve belediye yoğun bir işbirliği içinde çalışarak kentin genel planlamasını güçlü bir biçimde etkileyen örnek plan uygulamaları gerçekleştirdiler. Örneğin Viyana’da “Plan Kare” uygulaması var. Restore edilmesi (düzeltilmesi) gereken birkaç adadan oluşan bir bölgenin analizi üniversite öğrencileri tarafından yapılıyor. Düzeltme önerileri televizyon  yoluyla bölge halkına açıklanıyor, tartışılıyor ve uygulamaya geçiliyor. Bu tür bölge düzeltmeleri yasalarla desteklendiği için gerçekçi sonuçlar alınabiliyor. İstanbul’da düzeltilmesi gereken birçok bölge var. Bunlar, bu yöntemle yeniden yaşanabilecek alan durumuna getirilebilir, yaşam koşullarının niteliği yükseltilebilir. Turistik amaçlarla gündelik yaşam koşulları arasında bağlantı kurmak, kültürel açıdan kaçınılmazdır. Disneyland türünde tarihsel yapı korumacılığı çoktan geçerliliğini yitirdi